Her şey önce hayallerinde, sonra da delicesine “âşık” olma ile başladı bu mübarek sefere çıkmada...
Neredesin ey aradığım şehir?
O saadet dolu yuvam ve kuşlar,
Akıyor içimde koca bir nehir,
Hû demez oldu gece baykuşlar…
Yorgun kalbim eski gecelerde.
Koyu karanlık, güne el sallar...
Hislerim sıralı altın hecelerde,
Hatipler susmuş, ne yapsın lallar?
Nemli gözlerimde altından bir gün,
Her an içeride vahşi dalgalar…
Hoca çok yorgun, hem de pek üzgün,
Elde ip ayakta prangalar!
***
HİCAZ ÇÖLLERİNDE…
Her şey önce hayallerinde, sonra da delicesine “âşık” olma ile başladı bu mübarek sefere çıkmada... Gökyüzünün çivit maviliğinde, hafif yumuşak ve insanın içini kıpır kıpır eden rüzgârla birlikte esen ulvî muhabbet seli, otobüsle birlikte akıyordu kalpten kalplere... Bu sırada tek bir şeye âşık olmuş ve akıp giden yol onu bekleyen sevgililer sevgilisine kavuşturma telaşıyla hayallere daldırıyordu. Yalnız Lütfü Hoca mıydı öyle olan? Hayır! Bu "sâri" hastalığı diğer hacı adaylarına da bulaştırmıştı. Zapt edilmez, faydalı bir virüs gibiydi. Şimdi hep birlikte gidecekleri yere odaklanmışlar; onu düşünüyor, onu ilk görmenin heyecanıyla uykularını kaçırıyorlardı. “Ya Rabbi ne güzel bir telaşımız var! Herkese de bundan nasip eyle…” diye duâ edenler mi, geç kaldıklarına hayıflananlar mı, gençlikte bu yollara düşmediklerine yananlar mı? Her hacı adayının maziyle alakalı pişman olduğu ne kadar da çok meselesi varmış meğer. Nelere yanmıyorlardı ki? Dillerinde, “Tövbe estağfirullah…” kelimeleri eksik olmuyordu.
Gündüzleri kızgın güneşin ışıkları, geceleri çöl ayazları, onlara vız geliyordu. Alıklık hâli böyle bir şeydi, sıkıntılar acı vermiyor, tesir etmiyordu. Onca zorluğa rağmen hiç şikâyet edeni duymamıştı Lütfü Hoca. Günlerce yol aldılar böyle. Yalnız namaz vakitlerinde duruluyor, ihtiyaçlar giderilip namazlar kılınıyor, ver elini Mekke-i Mükerreme…
Ortalık zifirî karanlıktı. Yalnız otobüslerin farlarından maada ışık olmayan bir yerde mola verdiler. İndiklerinde ne bir ev ne bir dikili ağaç görünüyordu. Kum, çakıl ve kayalıklar hâkimdi etrafa. Çölün ortasında oldukları aşikârdı. Battaniyesini alan yumuşak kumların üzerinde bir köşeye çekiliyordu. Lütfü Hoca da öyle yaptı. Hacılardan bazıları da canları çay içmek çekmiş olacak ki ocaklarını yakıp demliklerini üzerlerine koydular. Gaz ocaklarını görünce birkaç gün önceki karakolda yaşadıkları aklına geldi. Kısa zamanda ve o kadar derin iz bırakan bir hadise hiç yaşamamıştı. Olacak şey değildi. “Kaşla göz arasında…” derler ya o neviden inanılmaz bir hadise yaşamışlardı. “Ya Rabbim hikmetinden suâl olmaz….” dedi, battaniyesinin üzerinde lalettayin uzanıverdi.
DEVAMI YARIN