Bir gün “Gel seni bir yere götüreyim...” dedim, teyzeme götürdüm. Oldukça yaşlı ve hastalıklı teyzem çok sevdi onu... Boynuna sarılıp ağladı “Evladım, bu deli kızıma sahip çık, onu İstanbul’un batakhanelerine düşmekten kurtarırsan sen kurtarırsın!” dedi, gözlerinden gelen yaşa mâni olamadı. Elimde olmadan ben de ağladım. Bir peçeteyle gözlerini silerken “Güzel kızım yaklaş bak sana ne diyeceğim?” deyince gayr-i ihtiyari ben de eğildim. Ne deseydi iyiydi? “Evliliğinizi, yaşınız geldiğinde değil, doğru kişi karşınıza çıktığında ve tereddüt etmeden hemen yapın kızım. Bizleri de yormayın e mi?” Teyzem Tanju’da ne gördüyse benim duyacağım kadar hafif ses tonuyla “Bu delikanlı kaçmaz a evladım!” Bu sefer de gülüştük. Cenâb-ı Allah rahmet eylesin. Tarih oldu gitti kadıncağız.
Ölüm müthiş bir hakikat. Hiç kendime, yakınlarıma yaklaştırmasam da en büyük hadise olarak önümüzde duruyor, bas bas da bağırıyor: “Ey gafiller! Ey kabristan yolcusu insanlar! Beni unutmayın! Sakın ha gafil avlanmayın!”
Yaşadığımız hızlı hayat, her an onu da beni de alıp götürebilirdi... Onu kurtarmak, yaşatmak mecburiyetinde hissediyordum kendimi. Benim hüzünlü ve kederli sevgilim ziyan olmamalıydı. Su testisi su yolunda kırılmamalıydı... Kollarının sıcağında bir ömrü beraber bitirmeliydik.
Kırları, çiçekleri, toprakla uğraşmayı, kuş, tavuk beslemeyi sevdiğini söylerdi. Tabiatla iç içe olmayı, yemekten ziyade kahvaltı yapmayı daha çok severdi... Ömrü mücadeleyle geçmiş, insanların hep kötü yanlarını görmüştü. Onun için hep temkinliydi, bilhassa şehirlilere fazla itimadı yoktu.
Bazen ona büyüklerimden dinlediğim masalları anlatırdım... Gülen gözlerini benden ayırmaz, sessizce, uslu çocuklar gibi boyun büker, edeple dinlerdi...
Bir gün “Sesinden mi ne, sen konuşmaya başladığında saatlerin nasıl geçtiğini hiç anlamıyorum. Bu masallarındaki iyi insanlar nereye gitmişler ki ortalıkta görünmüyorlar?” dedi, tebessüm etti… Ben de “Etrafına o gözle bakarsan, bazılarının hâlâ yaşadıklarını görürsün…” dedim. O bana inat “Hiç görmedim de…” deyip derin bir “Ah!” çekmişti. Hey gidi günler hey!..
Mazimi, içinde bulunduğumuz esrarengiz durumu, istikbalimi düşündükçe fena efkârlanıyordum.
Nefise Doktor’uma bir gün demiştim ki “Senin dünyan bambaşka, bizimkilerle hiç benzer yanı yok! Nasıl müşterek tarafı yakalayacağız?” Göz göze bakışıp yine tebessüm etmiştik. “Bak Jale Hanımefendi Kardeşim, o iş bir terbiye işi. Sana yaşanmış kısa bir hikâye anlatayım. Rivayet odur ki, bir gönül sultanı, insanlardan uzak, hani derler ya ‘kuş uçmaz, kervan geçmez…’ ıssız bir dağ başında tek başına yaşıyormuş. Burada devamlı Hakk’ı zikretmekte, tefekkür etmekte iken, nasıl olup nereden yolu düşmüşse bir adam çıkıp gelmiş yanına ve demiş ki 'Be hey derviş baba! Burada yalnız başına ne yapmaktasın?'
Mübarek zat usulca kaldırmış başını, bir gelen adama bir de kendi hâline bakmış ve 'Maalesef, sen geldin, yalnız kaldım!' demiş!..” DEVAMI YARIN