Aslında “karanlık” dediğim kimine göre bir sır, bazılarına göre kendini saklayış veya uzağı seyrederken ışığı aramaydı. Belki de bizlerden hiç ayrılmayan gölgemizdi, hep takip eden, köşe bucak seyreden, icabında iç sesimizi gizli gizli dinleyenimizdi de bizim bundan pek haberimiz olmuyordu.
Şu veya bu şekilde işte korktuğum bu zifiri karanlığın üzerinde öyle bir karalık daha vardı ki sormayın. İnsanın hücrelerine nüfuz ediyor, içine işliyordu. “O da neymiş” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ne olacak? Kötü arkadaş, kötü çevre, kötü okuduklarımız ve dinlediklerimiz... Ahtapotun kolları gibi insanı sarıp sarmalıyor, kıpırdanmana bile müsaade etmiyor, facianın büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz?
Her taraftan ihata edilip kuşatılmış bir insanın doğruyu, ebedî saadeti bulması ne kadar imkânsızdı. Bozuk da olsa adamlar çalışıyor ve o ölçüde de muvaffak olup kazanıyorlardı.
Sonradan öğrendim; Allahü teâlâ bütün işlerimizi sebeplere bağlamış, çocuk sahibi olmak isteyenin evlenmesi lazım, meyveleri soymak için bıçak, karnımızı doyurmak için yemek lazım. Kim sebeplere yapışıyorsa muvaffak oluyor, kim gevşeklik gösteriyorsa o da kaybediyor. İmtihan dünyası. Gördüğümüz bütün mahlûkat Rabb’imizin, o ne dilerse o oluyor...
***
Bütün insanlar mı aynı, yoksa ben mi çok farklıydım? Nereden de gelir bu istenmeyen arzu ve talepler? Niçindir anlamadığım ve bende çok olan başkalarına göre kendimi ayarlama meyilim? Ciddi cevap veremiyorum bu basit suâle. Ya aklım erdiğinden beri alışamadım hayata, ya da yaşamak heveslisi değildim.
Aslında heyecanlı bir çocuktum, o hızla kıpır kıpır hareketli geçti bütün mektep hayatım. Kendi dünyalarında yaşardı annem ve babam. Belli etmezlerdi huzur ve saadetlerini. Kardeşim, sudan bahanelerle maraz çıkarır, ağlar ve sanki bize inat biraz sonra da tam tersini yapar gülerdi. Hem ağlamak, hem gülmek iki zıt şeyi bir arada yapan kaç kişi vardı bu dünyada? Herkesin istikbale dair beklentileri dağlar kadardı. Ümitle teselli edilirdik hep o seneler. Yarınlar, illa yarınlar... Gelmesi bıkkınlık veren yarınları bekler dururduk…
Unutmayalım ki ahir zamandayız ve hiçbir şey eskisinden daha da güzel, hoş, keyifli olmayacak bundan sonra. Karanlığa döndü yüzünü güneş. İyiler, iyilikler hicret etti uzaklara. Damaklarımızda ruhî fukaralığın buruk ve acı tadı var. İnsanlığın yalnız adı kalmış. İki ayaklı mahlûklar her şeye merhamet ediyorlar ya da öyle görünüyorlar ama kendi hemcinslerine bu hususta; yani merhamet etmede o kadar cömert değiller. “Güneş batınca her şey mi batıyor acaba?” demeden edemiyorum. Güneşsizlik, kara toprağı daha bir zifire boyadı sanki! Tatlı bir söz, güzel bir gülüş ve hüsn-ü niyet yani iyi niyet, paylaşmak, bölüşmek, tanımadığın bir ufaklığın muhabbetle, şefkatle saçlarını okşamak, bir ihtiyara istemeden yardım edebilmek, yolda kalmış bir çaresize çare olmak, neredeyse hepten unutuldu. Bunlar olabilseydi belki bir gün, bütünüyle değiştirirdi dünyayı. DEVAMI YARIN