Geniş avluya, gene klasik bir köy kokusu hâkimdi...

Sesli Dinle
A -
A +

Münir Dayıların hane halkı, eski aile dostlarını bekliyorlardı. Hayriye Hanım ile Naciye Ablayı evin kızı Nermin, kapıda karşıladı.

 

 

 

Yazı, kışa döndü.
Aşı, taş kesildi!
Bu diyarın…

 

Nazı, siteme döndü.
Havası, kurşun kesildi!
Bu diyarın…

 

Hevesi, düşe döndü.
Zora, nefesi kesildi!
Bu diyarın…
Yüzü, yasa döndü.
Yeryüzü, tufan kesildi!
Bu diyarın…

 

Münir Dayıların hane halkı, eski aile dostlarını bu hissiyat içinde bekliyorlardı. Hayriye Hanım ile Naciye Ablayı evin kızı Nermin, kapıda karşıladı. Geniş avluya, gene eskisi gibi kapalı bir mahzen rutubetiyle beraber, ot-saman, fışkı, yayık suyu, şüjük, is, kuyruk yağı ile toprak karışımı ile klasik bir köy kokusu hâkimdi. Gelenlerin aşina olduğu bir havaydı zaten. Gariplerine gitmedi, alışıktılar, hiç aldırmadılar. Nereye gidilirse gidilsin, köy denilince ilkin bu kokular karşılardı insanı, sonra ev sahipleri buyur ederdi. Kısacası “Harmana giren porsuk dirgene dayanır…” ecdat sözü misali, köyde yaşayanlar her şeyine de katlanırdı. Bu durum elde olan bir şey değildi.

 

Sayısız karasinek sürüsünü aşıp avluyu ikiye bölen tahta kapıya yaklaşınca, hava biraz değişti. Tandır başından gelen taze ekmek ve nefis yemek kokuları “Hoş gelmişsiniz…” der gibi, huzur veriyor, iştah kabartıyordu.

 

Bu toprak damlı evlerin kış ve yaz görünümü fazla değişmezdi. Değişen sadece dışarısıydı. Şimdi bacalara Mısır ehramlarını hatırlatan tayalar yığılıyordu. Tezek kalakları, Harran evleri gibi sıralanmıştı. Uzaktan bakınca köye hâkim olanlar; kavak, söğüt ağaçları, tayalar ve tezek kalaklarıydı. Toprak damlar, onların gölgesinde kalmıştı.

 

Kapının önünde geri dönüp göllere doğru baktığında güzlüklerin ekilip sürüldüğü tarlalar kapkara, hozanları saman rengi… Kurumuş yosun kaplı kayalıklar ise boz bulanık görünüyordu.

 

Burası, eski zamanlardan taptaze kalmış bir dünyanın unutulmuş bir köşesine benziyordu. Sanki tarih denen fırtınanın şiddetli rüzgârları bu asırlık ağaçların arasından, kara taşlardan inşa edilmiş, münzevi binaların toprak bacalarından hiç geçmemişti. Mektep de olmazsa tabii kocaman köstebek yuvaları sanılacak derecede büyük damlar, zümrüt gölgeler içinde, pembe rüyalara dalmış uyuyor sanılacaktı.

 

Güz güneşi, İd tarafına kocaman bir ateş topu gibi çökmüştü. Kızıla boyanmış bozkırlar, sonbahar olmasına rağmen sanki alev almış yanıyordu. Kuşburnular, gonca iken solmuş sığır kuyrukları, kuşekmekleri, gelin parmakları, boğa dikenleri, evelikler, tavşan gagaları, hepten kuruyup kalmışlardı. İyice semirmiş tarla sıçanları, tıstanlar, Cennet böcekleri, sığınacak bir taş altı, girecek bir delik arıyorlardı. Kargalar, sığırcıklar, serçeler hozan tarlalarındaki son buğday tanelerini toplama telaşında oradan oraya uçuyorlardı. Leylekler, turnalar çoktan gölleri terk etmişlerdi. Belli ki canlı mahlûkat, bütün kuvvetleriyle yaklaşmakta olan kışa hazırlanıyordu. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.