Köyün en sağlam hafızı, kaç sene imamlık yapmış adam, Elifbâ’dan başlatılıyordu. Bu nasıl ağırıma gitmişti.
Ertesi günü yine aynı ders düzenini aldık. Bu sefer Mustafa Sak hocamız geldi. Asıl derslerimizi verecek hoca. Yine ilk isim beni çağırdı. Ayaklarım titremeye başladı. “E’ûzü” dedim, hemen sözümü kesti. Doğrusunu söyledi, Ona benzetmek için bir daha, bir daha, derken belki kırk elli defa sadece “E’ûzü” çektim. Fazla dayanamadım:
- Hocam patladım! Müsaade et bir kelimeyi tamamlayayım!
- Babanın oğluna mı hırs ediyorsun! İşte okuyamıyorsun!
- Hocam!
- Hocam mocam yok! Önce eski hafızlığını unutacaksın!
- Nasıl olur?
- Nasılını masılını bilmem! Paran var mı?
- Var efendim!
- Git şu karşı kırtasiyeciden bir ELİFBA al. 25 kuruşa veriyorlar. Bir de küçük bir cep aynası... çabuk al gel. Sıfırdan başlayacağız! Anladın mı?
- !!!
Köyün en sağlam hafızı, kaç sene imamlık yapmış adam, Elifbâ’dan başlatılıyordu. Bu nasıl ağırıma gitmişti. Ben nasıl yapacaktım? Çocuklarım gözümün önüne geliyor, hanımım boynu bükük ve İstanbul’un bir köşesinde sıfırdan başlayan bir talebe. Açığı nasıl kapatacak, nasıl icazet alıp imamete geçecektim? İstikbalim hiç de parlak görünmüyordu!..
Zimmet Hafız birkaç saat içinde beni şehirli yapmıştı ama, içim, kafam hâlâ köylüydü ve de şehirli olmak pek zor olacağa benziyordu.
***
Bugün İstanbul çok soğuktu. Kar yoktu ama biraz tecrübeli olanlar; “kar kokusu alıyorum” diyerek, çoktan havayı koklamaya başlamışlardı bile. Kursun dar, küçük penceresini aralayan İzmirli Osman Hafız; burnunu her uzatışında nefesi, beyaz buğu halkaları olarak dalga dalga dışarıya doğru yayılıyordu. “Sanki Erzurum’daymışım gibi” dedi, Hafız Lütfü’ye baktı. Sert soğuk, parmaklarının ucunu ısırıyordu âdeta... Kısa aralıklarla pencereyi açıp açıp soğuk havayı içine çekiyor, sonra hemen kapatıyordu.
Böyle büyük şehirlerde tek başına bir talebenin hayat mücadelesi vermesi çok daha büyük bir işti, Allah muhafaza, bir de hastalanırsa… onu düşünmek dahi istemiyordu. Karlı bir Erzurum gününü yaşamayalı çok olmuştu. Dağ taş yumurta sırtı gibi hep bembeyaz olurdu memleketinde. Olurdu da İstanbul’daki kadar üşütmezdi. “Bizim, insanımız kadar havamız da merhametli…” dedi, tebessüm etti Hafız Lütfü. Sesini duyan Osman Hafız:
- Dadaşım, Erzurum’a gitmedim ama orada askerlik yapan akrabalarımız anlatırlardı. Göller, çaylar buz bağlarmış. Çıplak elle bir demir parçasını kimse tutamazmış. Hatta coğrafya kitaplarında; “Türkiye’nin kutup bölgesi” diye yazıyor. Ne âlâ memleketiniz varmış!
- Bizde kış en az altı ay sürer.
- Geriye ne kaldı?
- Cenâb-ı Allah, bizim oraları da öyle yaratmış. Ah! Şimdi evimde olsaydım! Sıcak sobanın başında fokur fokur kaynayan güğümden su alıp ellerimi yıkasaydım.
- Niçin ahlanıyorsun ki? Gelmeseydin! Seni zorla itekleyen mi vardı buralara?
- Vardı Osman! Olmaz olur mu? Mesuliyet hissi, ahiret endişesi, evlatlarımın istikbali! Daha sayayım mı? DEVAMI YARIN