Gördükleri, kokusunu duydukları ona hiç de yabancı gelmiyordu...

A -
A +
“Herkes derin uykuda galiba… Böylesi pek de iyi oldu! Yoksa buralardan bavullarla nasıl geçerdim?” dedi, yürüdü...
 
Hafız Lütfü; iki bavulunu taşların üzerine koyarak Kahve Pınarından kana kana içti, elini, yüzünü yıkadı. “Bu suyu buraya getirenlerden Cenâb-ı Allah razı olsun. Oh, elhamdülillah! Bir nebze de olsa ferahladım…” dedi, tekrar bavullarını aldı. Hamdullah ve Abdullah emmilerinin kapı önünden geçerken baktı, kimsecikler yoktu. “Herkes derin uykuda galiba… Böylesi pek de iyi oldu! Yoksa buralardan bavullarla nasıl geçerdim?” dedi, yürüdü. Esma Abagil’in kapının önünde ata yadigârı tandır başının ışıkları görünüyordu. “Bizimkiler uyumamış galiba…” dedi, durdu. Gökyüzüne baktı. Sanki yıldızlar ona “Hadi gözün aydın olsun…” der gibi göz kırpıyordu. Damların üzerinde birer suni dağ gibi yükselen tayalara baktı. Gökdağ gibi olmasa da Karadağ gibiydiler. Etraf; kuru ot, mısır sapı, şüjük, çamur, is karışımı bir kokuyla kaplıydı. Bu gördükleri ve kokusunu duydukları ona hiç de yabancı gelmiyor, hatta inadına tarifsiz bir huzur da veriyordu…
Hafız Lütfü, bir dünyanın en büyük şehrini, bir de en küçüğü olan şu köyünü düşündü, mukayese etti. Ona göre ecdadı burada tabiatla hep uyum içerisinde yaşadı. Onun imkânlarından istifade etti ama ona rağmen nankörlük etmedi. Onun sınırlarını, zorluklarını ve dengelerini gözetmeyi bildi. O yüzden sağlam zeminleri, dağ eteklerini ev yeri olarak seçti, nebati örtüsünü, ormanı ve su kaynaklarını koruyup kolladı. Bereketli ova ve yaylaları rençperlik ve hayvancılık için kullandı. Tecrübelerini kuşaktan kuşağa olgunlaştırarak aktardı ve çevresine hoyrat davranmadı. Toprak da karşılığını verdi, bu nezaketli misafirine cömert davrandı… Oysa büyük şehirler öyle miydi? İnsanoğlu haddi aşıp değil tabiatı, hâşâ kendini büyük sanıp her şeyi yapabileceği zehabına kapıldı. Onun için şehirlerde denge şaştı ve mîzân bozuldu. Ormanları yağmaladı, su kaynaklarını kirletti, dere yataklarını tahrip etti ve tarlalara, bağlara, bahçelere beton ucubeleri dikti. Oysa ona “Göğü Allah yükseltti ve bir denge ve mîzân, bir ölçü koydu” denilmiş, “Mizanda taşmayın” ve “Vezni ikame edin” diye emredilmişti…
Hafız Lütfü; “Büyük şehirlerde tabiatın dengesini bozan insanoğlu, şimdi kendi dengesinin bozulmasına şaşıyor… Zavallılar ah!” dedi, karanlık da olsa toprak damlara doğru baktı yeniden. Büyük şehirler, gittikçe insanlığın zindanına dönüşüyor ve köylünün dört gözle beklediği kar, yağmurlar bile buralara birer eza gibi geliyordu. Ne kadar zıt dünyaları vardı. Ama yine de betondan ve asfalttan mürekkep şehirlerde, maşukunu arayan âşıkları gibi huzur ve saadeti arıyorlardı bu insanlar. Beyhude arayıştı ve nafileydi… O; onun için ve her şeye rağmen köyünü, köy hayatını seviyor, şehirden kaçıyordu. İçinden şehir, köy mukayesesini yaparak, şuurlu bir şekilde ve de bilerek, isteyerek hocasının imam verdiği yerlere gitmeyi nazikçe reddedip istememiş, köyüne gelmişti işte. Dilinden Sümmani’nin şu mısraları dökülüverdi elinde olmadan:
Ben razı değilem hicrana gama,
Garip gönlüm hâldan hâla salan var!
Sabavetten beri bir yol gözlerim,
El zanneder, uzaklarda kalan var.
(Sabavet: Çocukluk dönemi)
DEVAMI YARIN
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.