Dün, koşturmacalı bir gün olmuştu. Fatih’te Kumrulu Mescid karşısında bir bakkal dükkânına uğradı...
Osman Hafız:
- Yok yok! Mevzu sizi konuşturmaktı. Tabii ki benimkisi şaka Lütfü Hoca. Biraz dalgındın rahatlatmak istedim. Maşallah, ilk geldiğin günler çoktan geride kaldı. Ben sana o gün ne demiştim?
- !!!
- Sende azim var, gayret mükemmel! Gör bak; yakında bizi geçersin!
- Nerede?
- Mütevazılık yapma! Mustafa Sak hocamız hep seninle alakadar oluyor! Bizi hepten unuttu, sen geldin geleli.
- Yaşlıyım, sakallıyım ondan. Acıyor hâlime!
- Biz biliriz hocamızı da sizi de! Hadi hayırlı olsun. Yakında mihrabı size teslim ederse şaşmam.
- Bırak üzerime gelmeyi Osman!
- !!!
Daha çok şeyler konuşup gülüştüler. Talebelik işte. Yirmi dört saat birlikte olan insanların ayrı bir hukuku oluşuyordu. Kardeşten de öte bir muhabbet, dostluk gelişiyordu kendiliğinden…
Pencereden dışarı baktı yeniden; İstanbul’u beyaza boyayacak kar inatla bir türlü gelmiyordu. Ah! Bir yağsa hava bu kadar sert olmayacak, belki de ısınacaktı. Bu rutubetli soğuk, insanın içine daha bir işliyor, âdeta donduruyordu. Güya sahil memleketine gelmişti! Burada üşüdüğü kadar o karlar diyarında üşümemişti Hafız Lütfü…
***
Günleri hep dolu dolu geçiyordu. Artık İstanbul’u tam öğrenmişti.
Yolun bile geçiş kaideleri vardı. Karşıya geçmek isteyen önce soluna, sonra sağına bakıyor, tekrar soluna bakıp yol müsaitse hızlı adımlarla yürüyordu.
Davutpaşa’dan çıkınca piyade olarak Fatih’e, Beyazıt’a, Sultan Ahmet’e ta Eminönü’ne, Edirnekapı’ya gidip dolaşıyor, derslerini alıp yine medresesine dönüyordu.
Dolmuşa binmek aklına bile gelmiyordu. Gelseydi de o kadar para nerede? Vereceği bir lirayla tam dört tane çay içerdi Hafız Lütfü.
***
Dün, koşturmacalı bir gün olmuştu. Fatih’te Kumrulu Mescid karşısında bir bakkal dükkânına uğradı. Aşere, Takrip, Tashîh-i hurûf derslerini aldığı Ayakları Kesik İsmail Efendi’yi bulamadı. Oradan Dülgerzâde Camii Kur’ân Kursuna gitti. Sayısız talebe sıraya girmişti. Hafız Lütfü de en sonda durdu. Saatler su gibi akıp geçiyordu. Yorgunluk, sıkılma denen şey kitaplarında yazmazdı zaten. Hem dinlerken bile öğreniyor, pekiştiriyorlardı derslerini. Onlar için her fırsat kıymetlendirilmeliydi; bu vakitler, kaybedilmeyecek kadar mühimdi, erişilmez hazine demekti. Her şey bulunurdu da bu âlimler, hocaefendiler bulunamazdı. Dersini alıp doğru Sultan Ahmed Cami-i şerifine yani Gönenli Mehmed Efendi’ye uğradı. Etrafı, yedi yaşından yirmi yaşına kadar her yaştan talebelerle sarılıydı, âdeta insan kaynıyordu. Hafız Lütfü, utanarak, sıkılarak gerilerde kalınca; onu öne çağırdı, kaşla göz arasında cebine harçlığını sıkıştırıverdi. Bütün Kur’ân-ı kerîm talebeleri rahle-i tedrisinden geçerdi. Hem cömert, hem de merhametliydi… DEVAMI YARIN