Alelacele hazırlandık, spor kıyafetlerimizi giyindik. Yemek yeme yerleri gideceğimiz güzergâh ve kalacağımız otel her şey bizden habersiz hazırlanmıştı. “Hayır gelemiyoruz!” demeye açık kapı bırakmamışlardı. İşi gücü de bahane edemeyecektik çünkü hafta sonuydu. En mühimi de bizim için yapmalarıydı. Gel de çık işin içinden çıkabilirsen eğer! Tanju bana ben ona bakınsam da yapacağımız bir şey kalmamıştı. Akşamın karanlığında yollara düştük. Bir de yarış başlamaz mı? Nerdeyse kusacak gibi oldum.
***
İki gün boyunca, üniversite senelerimizdeki gibi vur patlasın, çal oynasın kabilinden, yorulana kadar eğlendik. Aylar sonra ilk defa böylesine bir gün yaşamıştık. Nefise Doktor’umun kitaplarını, söylediklerini çoktan unutmuş, hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden eski hayatımıza dönmüştük. Geç saatlere kadar içtik, dans ettik, havai fişekler patlattık. Şimdi sakin kafamla düşünüyorum da bu kadar enerjiyi nereden buluyorduk? Bu hızlı hayata ne insan dayanır, ne de hayvan. Bir de kullandığımız kelimeler akla inat:
“Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun!” Orijinal hâli; “Die young and make a beautiful corpse...” şeklinde dile getirilmiş Sayın James Dean tarafından. Ayrıca dilimizde slogandı Victor Hugo’nun sözü: “Gençliğe yaşlılıktan çok hürmet etmeliyiz…” Sanki hürmet edilecekler ihtiyarlar değil de gençlerdi. Öyle inanıyorduk ki bu sözlere, altında bir hinlik olduğu aklımıza bile gelmiyordu. Sanki bizler hiç ihtiyarlamayacak, hep böyle kalacaktık. Yine La Rochefoucauld’ın “Gençlik, devamlı bir sarhoşluktur ve aklın ateşidir…” sözüyle devamlı sarhoş olmayı bir hak olarak görüyorduk. Adamlar ilmin ışığında bu noktaya gelmişlerdi, bizim de dünyayı yeniden keşfedecek hâlimiz yoktu ya! Albert Camus’un, “Gençlik, kolay mutluluklar için parlak bir çağrıdır…” Yine Benjamin Disraeli’in, “Bir devletin gençleri refahın teminatıdır…” sözüyle kendimizi dev aynasında görürdük. Ivan Sergeyeviç Turgenev “Gençliğinde genç olabilene ne saadet…” diyerek bizleri coşturuyordu. Sözün özü; dolu dolu bir gençlikten yanaydık. Anadolu kültürü, Türk hars ve medeniyeti, İslâm ahlak ve nizamı diye bir şeyler aklımızdan geçmiyordu. Zaten çamur atmak ve karalamak için yeteri kadar malzeme elimizin altında hazırdı. “Hangi devirde yaşıyoruz?” tılsımlı suâlini Demokles’in kılıcı gibi kullanıyorduk, zaten hep tepemizde asılıydı. Sıkıysa yaşantımızı tenkit edebilecek bir babayiğit çıksın karşımıza mahvederdik!.. Vereceğimiz cevaplarımız paket hâlinde ezberletilmişti...
Hafta sonu mütevâzı hanemize yarı sarhoş, yarı baygın, son derece yorgun olarak bir pelte gibi düşüverdik Tanju’yla. Hiçbirimiz diyemiyordu ki “Ya ne yapıyoruz Pazartesi mesaimiz var? Bu kafayla işe gidilmez!” diye. Sadece o gün ve o anı yaşıyorduk. Başka bir derdimiz, tasamız yoktu.
Eve girip biraz kafayı dinledikten sonra, gözlerimi açtığımda ilk olarak kütüphanemizin en üstünde Doktor Nefise'nin Saadet Hemşireyle gönderdiği kitapları gördüm. DEVAMI YARIN