Gayriihtiyari birkaç billurdan damlacık akıverdi Haydarpaşa Garı’nın soğuk mermerlerine...
Hafız Lütfü “Acele etmemeliyim, yoksa kendimi kaybedebilirim Allah muhafaza!” deyip bir köşede aklını başına toplamaya çalıştı.
“İstanbul’da her çeşit millet var. İpsizi, sapsızı, yankesicisi, yol kesicisi hiç eksik olmaz! Tabii ki mübarek âlimler, evliya zat-ı muhteremler, dervişler, hacılar, hocalar da çoktur. Her millet kendine yer de, yâr da bulabilir…” demişti Zimmet Hafız, izine geldiğinde. Yine ilave etmişti: “Sakın ola ki buranın yabancısı, garip ve kimsesiz olduğunu hissettirme! İnsan sarrafı olmuş üçkâğıtçılar; yardım etmek bahanesiyle götürür, bir köşede keser, neyin var neyin yok alır, cesedini denize atarlar, balıklara yem olursun! Kimsenin ruhu bile duymaz!” demiş, İstanbul’a gelenlerin çok dikkatli olması lazım geldiğini sıkı sıkıya tembihlemişti de.
Bulunduğu yerden hanımefendisi, dört çocuğu, anacığı, kardeşleri gözünün önüne geldi. Gayriihtiyari birkaç billurdan damlacık akıverdi Haydarpaşa Garı’nın soğuk mermerlerine.
O, kırk senelik İstanbullu gibi sanki birini bekliyormuşçasına duvara yasladığı tahta bavulunun üzerine çöküverdi. Bağrışmalardan bir mana çıkarmaya çalışıyordu. Bu curcunada ne yapabileceğini, kime neyi nasıl soracağını hesap etti. Aklında kalan şeyler; “Eminönü, Samatya, Kocamustafapaşa, Davutpaşa Camii ve Zimmet Hafız” kelimeleriydi. İstanbul’u konuştukları geceyi yeniden yaşadı.
Zimmet Hafız, İstanbul’dan döndüğü akşam ziyaretine gelmiş, gördüklerini, yaşadıklarını tek tek anlatmıştı. Şimdi yalınayak, sıcak kumlarda yürüyecek bir deniz gecesi lazımdı ona, o da yanı başındaydı. Kuru güneş yanığı tenine, nefes gibi dokunan ılık, nemli bir hava ve uykusunu dağıtacak kadar da rüzgâr esiyordu püfür püfür. Dolunayın ışık olacağı, iskeleye çarpan dalga sesinin melodileşeceği bir yerdeydi. Ah! Yanında ruhuna dokunabilecek sevdiği, itimat ettiği biri olsaydı ve yalnızca aynı lisanla bakışanların anlayacağı sessiz bir mekân bulabilseydi daha ne isterdi...
“Beyhude beklersin Lütfü” dedi, baktı; ilk defa gördüğü kıyıyı durmadan ha bire döven, azgın sulara. Sesinde; bütün ölü şairlerin dirildiği, bakışlarıyla yazılmış şiirlerin kâğıda dökülememiş satırlarını dinliyordu. Duvar gibi sağlam omuzlarına son tuğlasını koyarcasına başını yasladığı buz gibi soğuk mermer; ona kor gibi geliyor, boncuk boncuk ter dökmesine mâni olamıyordu. Güzel kalpli birine adadığı, hüzünlenmiş, upuzun bir geceydi ona göre bu büyük şehirdeki ilk gece… Ne şehir, ne de gece biteceğe benziyordu…
Susamıştı hem de pek acıkmıştı ama umurunda değildi. Bir gidip medreseyi bulabilseydi gerisi tamamdı. Kalbi hoyratça ve edepsizce acıyordu. Gökyüzüne baktı. Olacak bu ya; hızlıca kayan bir yıldız gördü. “Bismillah... Hayırdır inşallah...” dedi. Burada da gökyüzü Erzurum’daki gibiydi. Yıldızlar sayılamayacak kadar çok, ay yine aynı yerden göz kırpıyordu. Sadece sonu görünmeyen derya, sayılmayacak kadar çok insan, irili ufaklı düzgün ve çatılı evler, kesintisiz gürültü, araba ve vapurlar fazladandı. DEVAMI YARIN