“Hakkını helâl et ve bu beceriksiz evlatlarıma da yardım et Behlül Dânâ” dedi, helâlleşip vedalaştık. Kısa bir müddet içinde de vefat etti...
Çile çekmiş, nice zorluklar yaşamış tecrübeli ihtiyar tüccar, bunları yakinen müşâhede etmiş olacak ki beni çağırtmıştı. Büyük miktarda bir parayı sadece kendisinin bildiği gizli bir yere koydu. Demek öldükten sonra evlatlarına iyi bir ders vermek istiyordu. Benim de şahid olmamı arzuluyor olmalıydı...
Parayı sakladığı yeri defterine yazdı. Benden de saklamadı. Defteri de kütüphanesindeki kitaplarının arasına sıkıştırmamı istedi. Dediklerini harfiyen yaptım. Son olarak;
“Hakkını helâl et ve bu beceriksiz evlatlarıma da yardım et Behlül Dânâ” dedi, helâlleşip vedalaştık. Kısa bir müddet içinde de vefat ettiğinin haberini aldım.
Ölüm ile hayat; bir paranın iki yüzü gibiydi. Hayat ne kadar hakikat ise ölüm de bir o kadar hakikatti. Bunu değiştirmek, o akıbetten kaçıp kurtulmak hiçbir canlının kudretinde değildi. “Her nefis ölümü tadacaktır...” ilâhi emiri, ölümden kaçmanın imkânsızlığının sağlam bir temele dayandığını gösteriyordu. Buna rağmen insanoğlu bir muammaydı.
Gelin insanlar, sorun biliyor mu minâre?
Neymiş ölüm ve dahi neymiş ölüme çâre?
Ne zaman ki en sevdikleri sebeb-i saadetleri yanlarından ayrılıp ahirete göçtü, kara toprağa koydular, onca kalabalık dağıldı, evlatları da kendi evlerine, barklarına gittiler, işte o zaman fena tutuştular; yandı, kavruldular ama dumanını ne kendileri görebiliyordu ne de başkaları. Bir ateş düşmüştü ciğerlerinin tam ortasına ve söndüremiyorlardı da... Ellerinden başka bir şey gelmiyordu, sadece ağladılar uzun bir müddet. Sık sık gidip teselli etsem de fayda vermiyordu.
Her taraf ölen tüccarla doluydu; eşyalar, kap kacak, evin, dükkânın her karışında onun izleri vardı ama sadece izleri. Daha dün gezip tozduğu yerler, bugün viraneydi onsuz. Eksildiğini, bölündüklerini, yarım yamalak kaldıklarını, birlikte yaptıkları işleri tek başlarına yapamayacaklarını düşünüp çaresizliklerine ağladılar günlerce.
Ölenle ölünmüyordu da hayat mücadelesi de durmadan devam ediyordu. Zaman acılarını küllendirdikçe onlar da hakikatle yüzleşiyorlardı. Bir müddet sonra oğulları har vurup harman savurdu, kendilerine kalan mirası kısa vakitte tükettiler. Babalarından kalan iş yeri de kapandı. Bolluğa alışmışken kıt kanaat geçinmek mecburiyetinde ve meteliksiz kalmışlardı.
Eskisi gibi bol para bulabilecekleri yolları arıyorlardı. Son bir ümitle babalarından kalan defterleri karıştırdılar "belki birilerinden alacakları vardır" diye. Bu sırada, yüklüce altının bir yere sakladığını öğrendiler. Tüccar babadan kalan defterde, paranın yeri de yazılıydı: “Üçüncü ayın onuncu gününde, sabah saat onda, altınlar caminin kubbesine gömüldü...”
Bu ipucu oldukça açık ve net görünüyordu evlatlarına.
DEVAMI YARIN