Oğluna bir ders vermek isteyen baba onu yanına çağırmış ve “Bak evladım şu bizim kır atı görüyor musun? Hani dereye girince suyun içine oturan kır atı…” Çocuk, “Gözüm kör değil baba görüyorum…” demiş. Adam bu sefer de: “Bu at yavrulasın, tayı büyüsün. Onunla senin istediğin kızı alacağım… söz! Ama o kadar mühlet ver bana…” Çocuk, ümidini kesmişken bu teklife sevinmiş. Beklenen gün gelmiş at yavrulamış, tay büyümüş, gelin taşıyacak kadar olmuş. İşi sıkı takip eden oğul, babasına gidip tayın güçlü kuvvetli olduğunu, gelini alma zamanının geldiğini söylemiş.
Ağa haber salmış etrafa, düğün-dernek kurulmuş, davullar zurnalar çalınmış, koyunlar koçlar kesilmiş, karşı köye doğru yola çıkmışlar.
Giderken, iki köyü birbirinden ayıran çayın üzerindeki köprüden geçmişler. Toplu hâlde köye girilmiş, gelin çoktan hazırmış, ahali ise şaşkın, “Koca ağa nasıl olur da böyle bir ailenin kızını alır?” diye söyleniyorlarmış ama yapacakları bir şey de yokmuş…
Gelini ata bindirmiş ve düğün alayı geldiği gibi geri dönüş yoluna çıkmış.
Yalnız her yerde olduğu gibi buranın da bir âdeti varmış; gelinin bindiği at, köprüden değil de durgun akan sudan geçiriliyormuş. Öyle yapmışlar. At dereye girer girmez gelinle birlikte suya çökmüş. Başlamış tepinmeye. Gelinin üstü başı batmış. Herkes şaşkın! Damat, atı ne kadar çekse, vursa da hayvan sudan çıkmıyormuş. Bu durumu seyreden Ağa gelmiş oğlunun yanına demiş ki:
Bak oğlum; ecdadımızın şöyle bir sözü var; “Katranı kaynatsan olmaz şeker,/Soyuna tükürdüğüm soyuna çeker!”
Bu atın anasını biliyorsun değil mi? Suyu bir türlü geçemezdi. Ne zaman dereye girse böyle otururdu…” demiş. Oğlu, ne demek istediğini çok iyi anlamış. Fazla ileri gitmeden de düğün alayını dağıtmış. Gelin adayı, herkese ders olsun diye de evine gerisin geriye yollanmış…
- Bu kadar uzun misal vermeseydin de meselenin ehemmiyetini biliyordum Bey!
- Aklıma geldi anlattım, “kıssadan hisse” kabilinden Hayriye Hanım! Bir baba, evladını hiç ateşe atar mı? Bu düşündüklerimizin hepsi de çocuklarımızın huzur ve saadetleri için.
- Öyledir.
***
Hayatını, insanları huzurlu kılmak, memnun etmek üzerine inşa eden Lütfü Hoca, onların muhabbet ve hürmet üzerine olması lazım geldiğini istiyordu hep. Maneviyata dayalı muhabbet olmadan, hayatın bir manasının olmayacağına kalben inanıyordu.
Aynı zamanda kendinin pek hissî olduğunu söyleyen Lütfü Hoca, ömür boyunca şahit olduklarını anlatırken acıklı olanlar da ağlar, kimseye göstermez, içine akıtırdı gözyaşlarını, huzur duyduklarında ise tebessümler dağıtırdı etrafına.
Çok çalışkandı. Meşguliyetin kendini dinlendirdiğini, birden fazla işin onu daha fazla motive ettiğini de düşünürdü. Bu niyet ve durumunu yüzüne söyleyenlere; “Rahat etmek, istirahat değildir. İdeal insanın istirahat yeri, kabirdir...” sözleriyle cevap verirdi. DEVAMI YARIN