Etekleri rüzgârda uçuşuyor, kar taneleri mi yoksa barut mu yüzüne çarpıyordu, anlayamıyordu!
Nene, gözlerini kaplayan, kalın öfkeden perdenin arkasındaki şuurla hareket ediyordu. Dadaşların, “Allah Allah” nidaları ile kuvvet buluyor, coşku ve hiddetten titreyen vücudunu zorlukla dizginleyebiliyordu. Osmanlı ordusunun muzaffer olmasına yardım etmek, sıradan bir kadının işi değildi elbette. Bu ölüm kalım gününde, ancak cengâver bir yiğidin yapabileceği işi yaparak destek verilebilirdi. Son nefesini huzurla vermek niyetindeydi o. İyi düşünmeliydi. Muvaffak olmak istiyorsa; körü körüne ölüme atlamamalıydı. Kendini derin bir nefes almaya, zihnini berrak, hissilikten uzak, oldukça da açık düşünmeye zorladı.
Bu düşüncelerle çözüm peşindeyken bir de ne görsün? Üç hilâlli, yeşil üzerine altın ipliklerle âyet-i kerime işlenmiş şanlı Osmanlı Sancağı, birbiri üzerine düşen şehitlerin arasında kana bulanmış, durmuyor mu? Bir şehidlere, bir sancağa baktı. Tereddüt etmeden ileri fırladı, yerden aldığı gibi yukarı kaldırdı. Saçaklarından kan damlayan sancağı, öptü, kokladı, yüzüne, gözüne sürdü, kaldırabileceği kadar en yükseğe yükseltti. Milletinin, devletinin şerefini korumak, kollamak şimdi kendi eline geçmişti. Onu yere düşürmeden en tepelerde taşımalı ve layık olduğu en yüksek yere dikilmeliydi. Bu esnada şehid olursa da ne saadetti. Mutlaka mükâfatların en yücesine kavuşacaktı. Zaten istediği de bu değil miydi?
Yorgun gözleri, top atışları ile yer yer yıkılmış yüksek duvarlara kaydı. Bu bir tesadüf değildi. Ne yapması lazım geldiğini pekâlâ anlamıştı ama şiddetli gök gürlemesini andıran bir patlama daha oldu hemen yanı başında. Top sesiyle birlikte kesif bir barut kokusu sarıverdi bütün tabyaları. Soğuk karların üzerinde yalınayak koşanları görünce bir sütre arkasından dönerek ters istikamette koşmaya başladı Nene. Etekleri rüzgârda uçuşuyor, kar taneleri mi yoksa barut mu yüzüne çarpıyordu, tam anlayamıyordu. “Dayan bacım! Geliyoruz!" diye bağırdılar ama duyuramıyorlardı seslerini. Patlamaların kulakları sağır eden gürültüsü, seslerini bastırıyordu.
Hemen yanı başında büyük bir insan dalgası kabardı, tabyalara doğru tırmanmaya başladılar. Nene, can havliyle sancağın uzun sopasından tam tutunup kendini dama atacaktı ki başka bir insan seli daha yetişti, onu farklı yerlere sürükledi.
Şanlı sancak elinde, yıkık duvarların arasından en yükseğe çıkmaya çalışıyordu. Tam bu karmaşada, “dur” sesiyle irkildi. Ses, yabancı değildi. Bir kere daha o haine yakalanmıştı Nene:
- Yine mi sen?
- Evet, yine ben!
- Daha ne duruyorsun çeksene tetiği!
- Öyle kolay değil Nene! Acı çektire çektire göndereceğim öteye!
- Alçak!
- Ölümün elimle olacak!
- Hadi yüreğin varsa bas tetiğe!
- Önce, hani o beğenmediğin Ermenilere hizmet edeceksin, eğlendireceksin, kıvrak oyunlarını göreceğim, sonra!
- Alçakların en alçağısın sen!
- Görürsün!
- !!!
DEVAMI YARIN