Hocası sözlerini şöyle bağladı:
-Siz Ramazan-ı şerif gelmeden erken çıkın, herkes yerlerini gezsin görsün, derslerini çalışsın. Otuz ramazan otuz cüz, otuz aşır, otuz teravih de okunacak sureler, en az dört beş adet hutbe hazırlayın. Bunlar imtihanınız aynı zamanda. Hadi göreyim sizi. Ben haklarımı helâl ettim sizler de ediniz?
- Ben de hakkımı helâl ettim.
- Ben de...
- Ben de…
- !!!
- Son olarak şunu da ilave edeyim ki: Ama biz, modernleşme sevdasıyla o kadar gözümüzü kararttık ve onun doğum yeri olan Batı’yı taklitte o kadar aşırıya gittik ki, şehirlerimizi topraksız hâle getirdiğimiz gibi, fikirlerimizi de lisanssız bıraktık. Toprağı beton ve asfaltla kaplamakta, beyinlerimizi uydurukçayla doldurmada cinnet derecesinde bir çaba gösterdik. Netice ortada… Toprağa basmadan, ufku seyre koyulmadan, göğe bakmadan, bahar coşkusunu ruhunda yaşamadan yetişen çocukların memleketi olduk. Şehirden tabiatı kovmuş, hislerinden ebedî saadeti atmış bir toplum, fıtratından gelen bir tahrik ve istek ile zaman zaman tabiata kaçmak, camilere sığınmak istiyorlarsa da hep geçici heves... Ancak bunu yaparken de onları tahrip etmekten, kirletmekten ve onlara, azgınlaşan nefisleri için kullanıp atacağı, hâşâ bir yosma muamelesi yapmaktan geri kalmıyorlar.
Bu egoist insanoğlunun yatacak yeri yok! Kılık, kıyafet, oturuş kalkışınızla gittiğiniz yerde numune olun. Sizler, kendinizi temsil etmiyorsunuz; bir büyük camiayı, bütün din adamlarını ve en mühimiyse İslamiyet’i temsil ediyorsunuz. Hatalarınız sizi aşar, bütün din adamlarına, oradan da bütün Müslümanlara sirayet eder. Dünyevi ve uhrevi mükâfatı büyük olduğu gibi vebalı da... Millet her türlü haltı işler, hiç kimsenin umurunda bile olmaz. Ama bizler ufak bir şey yaparsak yer yerinden oynar. “Bak şu imamlara, hafızlara, hacılara, hocalara” der, yapmadıklarını bırakmazlar. Beyazın üzerinde kara bir toz rahat görünür, çamurun içinde kocaman bir başka çamuru görmek mümkün değildir.
- !!!
Hafız Lütfü, mevzuya öyle konsantre olmuştu ki köyü, onunla alakalı haberleri çoktan unutmuş görünüyordu. Yeni okuma tarzı ve kimliğiyle ilk defa görücüye çıkacaktı. Çoğunun gideceği yer ve camiler belliydi. Bütün arkadaşlar birbiriyle helâlleşti, hocalarının elini öperek sefer plânlarını yapmaya başladılar.
***
Kuşluk vaktinde Edirne istikametine giden kara tren, “Pehlivanköy” yazılı büyük ve tarihî yapının önünde durdu.
Taç kapısından avlusuna girince; kendini mahrem evlerin masalsı bahçelerinde hissediyordu Erzurumlu Hafız Lütfü. Hocasının anlattıklarını hatırladıkça, bir imbikten gül yağı damıtır gibi kelimeleri seçerek konuşuyordu. Gözleri taş duvarlara takıldı. Zevk ve zarafetle, âdeta taşa ruh verilerek, ince ince işlenmişti her şey...
DEVAMI YARIN