Hafız Lütfü'yü İd’e davet ediyorlar. Aslanpaşa Camisi’nde aşır okuyor. Bütün millet “Kim bu hoca?” diye birbirlerine soruyor!
Abdullah Amca sözlerini şöyle bitirdi:
"Madem istişare ettin ben de açık söyledim hissiyatımızı. Buna rağmen imam olursan da bütün her şeyimizle yanında oluruz, ondan da şüphen olmasın. Benden demesi…”
Bu kalpten yapılan izahat karşısında çok memnun olan Hafız Lütfü; “Zaten acelemiz yok emmi! Sonra Samet Hocaya ayıp olur. Ben onu arkadaş belledim ve de çok seviyorum. Dört evlat büyütüyor; Hafız Ahmed, Hafız Muzaffer, Ensar, Muammer… Onları görünce kendi evlatlarım gözümün önüne geliyor. Önüme altın dökseler bu ailenin üzülmesine razı olamam...” deyip işin kesin olarak olmayacağını söyleyip son noktayı koydu ve bu mesele de kapanmış oldu…
***
Birkaç gün sonra Ahsen Bibiler; İd’e davet ediyorlar. Yemekten sonra, öğle namazına, Aslanpaşa Camisi’ne gidiyor ve aşır okuyor. Bütün millet “Kim bu hoca?” diye birbirlerine soruyor. Hocası Hafız Halil Hoca da oradaymış. Hafız Lütfü burayı şöyle anlatıyor:
-Aşırdan sonra bütün cemaat ayaklandı. Herkes benimle tanışmak istiyordu. Kendisini ‘Verintaplı Haydar Ağa’ diye tanıtan sevimli biri, hemen kolumdan tutup bırakmadı. ‘Hadi Hafız, önce kebapçıya… Sonrasını konuşuruz’ dedi ve beni sürükleye sürükleye dükkândan içeri soktu. Köyün muhtarı Hasan Ağa, eşraftan Cafer Ağa da geldi oraya. İşi uzatmadan; “Hafız efendi seni sevdik ve de imam tuttuk…” deyip kestirip attılar. Kendileri hak hususunda da karar vermişler meğer; ‘Kış gelmeden göçü götürelim. Hane başı bir horum ot, bir büyük sepet saman, cemaat başı buğday, kış yetecek kadar tezek ve odun ve daha şunları şunları veririz’ dedi, mendilimi ‘söz’ olarak alıp gittiler. Yapacağım bir şey kalmamıştı. Sonra tekrar caminin önüne geldiğimde beni bekleyen ihtiyarları gördüm. Biri hocam Hafız Halil idi. Gözleri iyice zayıflamış görmüyordu. Yanındakine diyordu ki:
- Bu aşr-ı şerifi okuyan kimdi?
- Tanımıyoruz! Ahalı mıymış ne?
- Aha’yı iyi tanırım. Kimlerden?
- Emingildenmiş.
- Emingil’in Hafız Yusuf’un mahdumu Lütfü’yü ben okuttum ama bu okuma şekli buranın işi değil.
- Zaten yeni İstanbul’dan gelmiş. Orada tahsil görmüş.
- Allah Allah… Ömer mi acaba?
- !!!
Daha çok meraklandırmamak için eğildim, elini öptüm, titrek elini alnıma koydum.
- Oğul sen kimsin?
- Hocam, ben talebeniz Hafız Lütfü.
- O aşrı okuyan da sen miydin?
- Estağfirullah hocam müsaadenizle okudum.
- !!!
Bana bir sarılması vardı, anlatamam, yüzümü, gözümü öpüyor, ağlıyordu. Nasıl gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Ben de dayanamadım başladım ağlamaya.
- Hocam hepsi sizin duâlarınızın bereketiyle oldu.
- Oğlum beni sevindirdin, Cenâb-ı Allah da seni sevindirsin.
- Âmin…
- En iyi hafızımdan, şimdi daha da mükemmel olmuşsun!
- !!!
Dedi, ağladı. Sonra koluna girdim, evine götürdüm. Baştan itibaren olup bitenleri anlattım. İki elini açıp ne bağrı yanık duâlar etti ama ne duâlar… “Hâlâ içimde hissediyorum tesirlerini” desem yalan söylememiş olurum. DEVAMI YARIN