"Evet, kimisi babasından, kimisi de evladından dolayı nimete konuyor!"
Bugün hava çok güzeldi. Gökyüzü güzeldi de yeryüzü değil miydi? Tek kelimeyle bütün tabiat harikaydı. Pembe sisler içinde kalmış mor dağlar, sarı yeşil halı gibi uzayan tarlalar, zümrütten yaylalar, her biri birbirinden bakımlı meyve bahçeleri, boy boy sebze fidelikleri ve üzüm bağları… hepsi de öylesine güzeldi ki, insan bu cennet misali memleket köşesinde içinden geçenlere şaşırıp kalıyordu. Dışarının muhteşem ve mamur hâlinin aksine içinin virane hâlini düşündükçe ürperiyor, oturup doya doya ağlayası geliyordu. “Ben bir şeyin sahibi olamadım bari İbrahim Hakkı olsun! Çok çok okusun, çıkabildiği kadar yükseklere çıksın istiyorum…” diyordu ki içinden, bir talebe koşarak yanına geldi, selâm verdi:
- Derviş Osman Efendi; İsmail Fakirullah hazretleri mahdumunuzu istiyor!
- İbrahim’i mi?
- Evet! “Babası alsın gelsin” dedi.
- Peki, hemen geliyoruz!
- Elhamdülillah!
- Deminden beri tasalanıp duruyordun; demedim mi Derviş Osman; hocamızın o çocuğa farklı teveccühleri var! Hadi koş, bekletme! İbrahim’in haberi var mı? Duydu mu?
- İşte İbrahim koşarak geliyor.
- Geldim baba!
- Nimete kavuşanlara afiyetler olsun!
- Tamam! Şimdilik müsaade…
- Güle güle… Haa; benden de bahset! Fen dersleri vereceğimden de…
- Peki mollam!
- Şunların gidişine bak sanki dünyalar onların olmuş!
- Olmadı mı yani?
- Oldu ya, elbette! Kimisi babasından, kimisi de evladından dolayı nimete konuyor!
Geh bay ider geh miskin!
Geh hurrem ü geh ğamgîn!
Geh şûh u gehî sengîn!
Mevlâ görelim neyler?
Neylerse güzel eyler...
***
Dokuz yaşındaki bir çocuğun içinde bulunduğu his yoğunluğunu, kalbinin temizliğini, dimağının saflığını ve taleplerindeki çocuksuluğunu anlamak için sadece insan olmak yeterliydi, çok bilmiş, pek alleme olmaya de hacet yoktu. Bu yaştaki çocuk; her şeyden önce hiçbir kötülük düşünmez, hainlik, hinlik nedir bilmez; o annesini melek, babasını kahraman, hocasını da her şeyi bilen en büyük âlim olarak görürdü. O korunmaya muhtaç ve acz içindeki temizliğinin ilelebet devam etmesi endişesi sadece anne ve babasının üzerinde görünse de hakikatte hocasının üzerindeki daha büyüktü. O mesuliyeti diğer insanların anlaması ise hiç kolay değildi. Bir çocuğun kendini tanıması veya bir irade göstermesi, iradesini kullanması da öyle kolay olmadığı gibi mümkün de değildi. Her çocuk, az çok tabiattaki bütün güzelliklerin temizliğini üzerinde taşırdı. Bir kelebek kadar narin ve bir o kadar da hassastılar. Her çocuğun kendine has bir dünyası olurdu; oyuncaklarını kendi yapar, onlara isimler verir, hakikiymiş gibi de onlarla oturup sohbet eder, sahiymiş gibi oynardı. Rüyalarındaki gibi müderris olur, hoca olur, baba olur bebeklerini terbiye eder, okutur, istediği gibi yetiştirirdi de… Tıpkı annesinin, babasının onu yetiştirdiği gibi, tıpkı hocalarının ona öğrettiği gibi… DEVAMI YARIN