Ilık bir bahar sabahıydı ve her taraf gül kokuyordu...

A -
A +

Sultanıma anlatacağım çok şeyler vardı. Sabah namazını Dicle kıyısındaki Küçük mescidde eda ettim, hemen düştüm yola

 

 

 

Halifemizle bir araya geldiğimizde akan sular durur, söz de zaman da bitmek nedir bilmezdi.

 

Bu yaşadığımız durum, her zamanki hâlimizdi aslında. Dedim ya ben çulsuzun tekiyim! Ha kabristanda uzanıvermişim bir tümseğin kıyıcığına ha sarayın bir odasındaki kaz tüyü yataklara… yanımda her ikisinin kıymet-i harbiyesi aynıydı. Diğer bir ifadeyle varlığa sevinmez, yokluğa da üzülmezdim, aralarında fark yoktu, ya da hâlâ anlayamamıştım. Anlamadan da terk-i diyar edip göçüp gidecektim galiba.

 

     ***

 

Bugün Sultanıma anlatacağım çok şeyler vardı. Sabah namazını Dicle kıyısındaki Küçük mescidde eda ettim, hemen düştüm yola. Ilık bir bahar sabahıydı… Gül kokuyordu her bir yan, her bir nefes. Saraya yaklaştım, durup etrafı seyrettim. Güneş, ufuk hattını yakıcı ışıklarıyla tutuşturmadan sabahın ilk alevlerini bekledim. Arkamda kaldı kulübemin de içinde bulunduğu Bağdat’ın kenar mahalleleri. Bir şey arar gibi ha bire mavi semada gözlerim. Pamuk misali ak bulutların ardında gün yanmadan sönüyor. Devasa çınarlar, sıralı neftî dağlar gibi görünüyor uzaktan… Üstümden ortalığı velveleye veren kuşlar uçuşuyor, yanımdan ağır ağır koyun, sığır sürüleri geçiyordu…

 

Şehrin en havadar yerine aşılmaz bir kale gibi kurulmuştu halifemizin sarayı. Alışık olduğum fakat kolay geçilmeyen yollarla varıyordum her seferinde. İki dağ ortasından geçiyormuş gibiydim. Açık havadar yerlere çıktığımda hafif bir seher yeli ile kendime geliyor, yoluma devam ediyordum. Biliyordum ki kalp kalbe karşıydı, Sultan’ım da beni bekliyordu.

 

Gacır gucur seslerle sarayın kapısının açıldığını görünce, elimde olmadan şaşırdım sevincimden: Ardıma bakmadan hızlandım. Önümdeki taç kapı sanki yazla kışı, fakirle zengini, akla karayı ayırıyor gibiydi. Buradan ilk adımımı attığımdan beri hep aynı heyecanı duyardım. Sanki son fırtına son dalımı kırıyordu da onun acısını çekiyordum farkında olmadan.

 

Artık nöbetçiler de refakatçi olmuyordu. Tek başıma yolu geçip avluları aynı hızla aştım. Kısa zamanda da oldukça ferah ve aydınlık olan tahtın bulunduğu yere geliverdim.

 

Üzerimdeki geniş cübbem savrulmuyordu artık. Koca mumların ışıl ışıl aydınlattığı etraf, beyaz bir karanlığa gömülmüştü de bir şey göremiyordum. Ya da öyle geliyordu heyecanlandığımdan dolayı. Bana göre bu gördüğüm aydınlık değil, gökten yere yağan, yerden tavana doğru yükselen sapsarı bir ışık kütlesiydi... Gönlümde can verirken Halife Harun Reşid Sultan’ıma kavuşma emeli, Sultan’ım haykırdı "İşte  Behlül de geldi!” Elimde olmadan "Yardımcıları olsun Rabbim, yarı yolda kalana…” dedim, elini öpmek istedim. Her zamanki gibi müsaade buyurmadılar.

 

Şu veya bu şekilde biz menzile varıp huzura çıkmıştık. Şimdi daha önceden hazırladıklarımı tek tek anlatma zamanıydı.

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.