İlk günlerin heyecanı bir başka oluyordu...

A -
A +

Bir gün anacığım demişti: “İnsan, bir gözlerine dolanı, bir de kalbine kördüğüm olanı anlatamaz kızım…”

 

 

 

Diyordum ki: “Bütün ebeveynler hep gerici, çer çöp, toz toprak, örümcek kafalı, at gözlüğü takmış dar görüşlü, çalışıp kazanmak ve biriktirip üzerinde kuluçkaya yatmaktan maada bir şey bilmeyen kümes hayvanlarından farksızlar…”

 

Ben öyle olmayacaktım güya ve bu fikrimde de inat derecesinde kararlıydım! Gördüğüm kadarıyla “ZE KUŞAĞI…” dedikleri bütün gençlik, benimle hemfikirdi. Hepimiz de; "İnsanları birbirlerine âşık etmek için onlara yardım etmeliyiz…" düşüncesindeydik! Bu saçma fikir de nereden çıkmıştı?

 

“Bi dakka! Hey ne oluyor bize?” diye iki kolumuzdan tutup bizi silkeleyen, araştırıp soran sorgulayan, durup üzerinde düşünen birine rastlamadım. Tabiri caizse koyun sürüsü gibiydik; birisi yürüdü mü hepimiz peşine takılıyorduk, birisi bağırdı mı; niçinini nedenini düşünmeden biz de orkestraya katılıyorduk. Bu kuşağın aklı alınmış, hafızası boşaltılmış bir iki şeyle yetinen tuhaf bir gençliktik. İlla “AŞK” olacak başka şeyler olmasa da olurdu! Her tarafa bu tılsımlı kelimeyi yazmak, bunak anaların babaların beynine de çiviyle çakmak istiyorduk!

 

           ***

 

Bir gün anacığım demişti: “İnsan, bir gözlerine dolanı, bir de kalbine kördüğüm olanı anlatamaz kızım…”

 

Annemin bol nasihatlerini dinlerken benim aklım fikrim hep onunlaydı. İlk günlerin heyecanı bir başka oluyordu.

 

O eski günlere gittim. Yeni yeni bakıştığımız bir gün parkta karşılaşmıştık.

 

Sınıfın en uzun boylu, en yakışıklısıydı Tanju. Uzaktan hemen tanıyordum. İlk gördüğümden beri gözlerimi üzerinden alamıyordum. Gizli kaçamak hep baktım. Sanki bulunduğu ortamda durmak istemiyormuş gibi bir hâli vardı. Belki de başkalarıyla alakadar oluyordu, onlarla konuşmak istiyordu. Aniden bakışları bana dönünce, far tutulmuş tavşan gibi donup kaldım. Bu hâlimi anlamış olmalı ki gözlerini ters tarafa çevirmek yerine, oturduğu yerden kalktı bana doğru gelmeye başladı. Neyse ki ayaklarım yerde değil yoksa titrediğim çok belli olurdu. Yanımdaki salıncağa oturmak yerine hemen önümde durup salıncağın iki yanına ellerini yerleştirip bana doğru eğildi. Melül gözlerle baktım çakmak çakmak gözlerine. "Şu anda ayaktayım ve gözleri açık rüya görüyorum…” diye düşünüyordum. Mıknatıs mı ne vardı, gözlerimi gözlerinden alamıyordum.

 

Necip Fazıl Üstadın dediği gibi:

 

 

 

Hep nefs çıkar karşıma, ölüp ölüp dirilsem;

 

İnsandan kaçmak kolay, kendimden kaçabilsem!

 

 

 

Yanıma gelir gelmez de kırk senelik ahbap gibi: “Sallamamda bir mahzur var mı?” deyince pek şaşırmıştım. İlk defa dünya kelamı ettiğim bir genç, benim oturmak için çöreklendiğim salıncağı sallamak ve bunun için de benden müsaade istiyordu. Gayriihtiyari gülmekten kendimi alamadım. Hakikaten yanıma gelme sebebi beni sallamak mıydı? Yoksa bu bahaneyle konuşmayı başlatmak mıydı? Tam anlayamıyordum.

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.