İşini tamamlamıştı ki kendisine "Misafirin var" diye seslendiler!

A -
A +
Hitabete pek ehemmiyet veriyordu Hafız Lütfü. Hocasından daha üstününü görememişti bu hususta.
 
Hocasının izinli olduğu bir gün sabah ezanını okumayı çok istiyor. Müezzini ikna ederek ilk defa minareye çıkıyor. Meğer hocası da oradaymış. İzinli olduğu hâlde bir tarafa gitmeyip evinde kalmış. Cemaat dağıldıktan sonra bütün talebeleri toplayan Mustafa Sak, sabah ezanını kimin okuduğunu soruyor. Talebeler de “Hafız Lütfü” deyince; kocaman kocaman tebessüm ederek; “Madem o okudu; öğle ezanını ve aşr-ı şerifi de okusun görelim…” deyip dağılıyorlar.
İlk defa hocasından müezzinlik için müsaade çıktığını gören Hafız Lütfü’nün keyfi yerine geldiği gibi cesareti de iyice artıyor. Vakti dört gözle beklemektedir artık.
Dedikleri gibi yapıyor. Namaz sonrası hocası elinden tutup kursun yakınındaki hanesine götürüyor. Öğle yemeğini birlikte yiyorlar, mükâfat olarak. Uğurlarken de yedek anahtarlardan bir takım veriyor. Artık o günden sonra cami de, kurs da Hafız Lütfü’nün emrindedir.
On iki ay önce yirmi beş kuruşluk ELİFBA cüzünden başlatıldığı yer, şimdi onu baş tacı ediyordu. İmamlık, müezzinlik, Kur’ân kursu muallimliği teklifleri de gelmeye başlıyor, hocası ise ilmini tamamlamadan müsaade etmiyor, hatta tekliflerin birçoğunu haber bile vermiyor. Maksadına doğru emin adımlarla yaklaşırken morali yerinde, keyfine de diyecek yoktur. Bir de köyünü düşünmeseydi. Ah hasretlik ah!..
               ***
Hitabete pek ehemmiyet veriyordu Hafız Lütfü. Hocasından daha üstününü görememişti bu hususta. Bir gün bu mevzuyu açtı, o da kendi el yazısıyla hazırladığı vaaz ve hutbe notlarını memnuniyetle ona teslim etti. Şimdiye kadar görülmemiş bir iltifat ve aldığı en büyük mükâfattı. Verilenleri en güzel şekilde muhafaza etmek için ranzasının köşesine küçük bir kilitli dolap ayarladı. Eli işte, aklı fikri ise akşam gördüğü rüyadaydı. Tesirinden bir türlü kurtulamıyordu. İşini tamamlamıştı ki dışarıdan bir ses:
- Hafız Lütfü! Misafirin var.
“Allah Allah! Bana kim misafirliğe gelir ki?” diye düşünürken ses bir daha tekrar etti:
- Hafız Lütfü, duymuyor musun? Misafirin var, dedim!
- Kim?
- Bir subay!
O devirde “subay, polis” deyince kaçacak delik aranıyordu. Hafız Lütfü de; “Eyvah! Sevincim kursağımda kalacak… Yoksa rüyam bu muydu?” diyerek dışarı çıkıp asker elbiselinin yanına gidince ne görsün, köyden komşusu Hacı Yakup dayıların mahdumu Şahmettin değil mi? İki hemşehri hasretlikle sarmaş dolaş oluyor. Hâl, hatır soruluyor, işi ailesine ve çocuklarına getirmeye çalışıyorsa da ne mümkün, o mevzulara hiç yaklaşmıyor Şahmettin. Hafız Lütfü, istiyordu ki her şeyi o kendiliğinden anlatsın…
- Eee daha ne var ne yok köyde?
- Havalar iyi gitmiş bu sene, ekinler de tarlalardan taşmış âdeta, bereketli maşallah. Mal davar yaylada...
- Başka…
- Başka; Gökdağ’dan büyük bir sel gelmiş. Sizin harmanın altını biraz oymuş ama öyle fazla bir zarar yok!
- Orası kayalıktır bir şey olmaz. Daha başka… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.