İşte yine o harikalar diyarına yola çıkma vakti gelmişti...

A -
A +

Meçhul bir macera daha onu bekliyor olacaktı. Ya Müftü beyin dediği gibi pılısını pırtısını toplayacak, Aha’ya gidip baba evine yerleşecekti. 

 
Eter sıkmış, uyutmuş,
Nice kayıtlar tutmuş,
Suç ortaya çıkınca,
Çaresiz hapı yutmuş.
 
Yolum derindir derdi,
Ne olsa onu yerdi,
Nihayet fişleyen de,
Yakayı ele verdi.
 
Feleğin işine bak!
Yerini bulacak hak,
Beklemezken patladı,
Kendi başında kabak.
             ***
Cama vuran birkaç hafif dokunuş, pencereye doğru dönmesini sağladı Lütfü Hocanın. Güneş epey yükselmişti. Sokakları süsleyen ağaç dallarının arasından sıcak ışık hüzmeleri; şeffaf altın rengi rahmet okları gibi süzülüyordu, İd’in tek katlı damları üzerine. İnsan bu harika renk oyununu seyretmeye doyamıyordu. Ne hikmetse hep içinden dışarı çıkma isteği uyanıyor, uhrevi şeyler düşünüyordu bu havalarda.
İşte yine o harikalar diyarına yola çıkma vakti gelmişti. Gelmişti ama bugün mühim bir dönemeçteydi.
Ya imtihanı kaybederse?
O zaman meçhul bir macera daha onu bekliyor olacaktı. Ya Müftü beyin dediği gibi pılısını pırtısını toplayacak, Aha’ya gidip baba evine yerleşecekti. “Aha” derken duraksadı. Dedeleri, sağda solda imamlık yaptıklarından fazla mal mülk biriktirme derdinde olmamışlardı. Ellerinde avuçlarında olanlarla da zaten kardeşi Osman idare edemiyordu. Bir de gidip ikiye, üçe böldüklerinde herkes için pek sıkıntılı günler başlayacak demekti.
Düşündükçe işin içinden çıkamıyordu. Sonu görülmeyen, meçhul, karanlık bir dehliz gibiydi. Ya da kadrosuzluktan dolayı eski usul imamlık yapılan yerlerden talep gelmesini bekleyecekti. Her iki hâli düşünmekten dolayı olsa gerek, başına ağrılar giriyordu. “Fe Sübhanallah!” dedi, “Tövbe estağfirullah…” çekti. Nereden de aklına böylesine hin fikirler geliyordu? “Kör Şeytan!” imtihan öncesi kafasını karıştıracaktı ya…
- Lütfü Hoca! Lütfü Hoca! Kalktın mı?..
Gelen, evlerinde misafir olduğu Aysen Bibisinin mahdumu Sebahaddin Efendiydi. İki erkek, bir kız üç kardeşlerdi bunlar. “Dünyanın en kibar, mütedeyyin insanları...” denseydi, yakışırdı. Oldukça nazik, güler yüzlü, hoşsohbet, candan eski hısımları, akrabalarıydı. Ailecek İd’e geldiklerinde hep bu haneye misafir olurlardı. Hatta uğramadan geçselerdi azarlanırlardı. İleriki senelerde bile, “Biz birbirimizden hiç incinmedik, dostluğumuza doymadık…” diye övünecekleri, menfaatten uzak, samimi muhabbetleri vardı birbirlerine karşı.
İki sene önce ortanca mahdumu Ragıp ilk mektebi bitirince, öğretmenlerinin teşvikiyle orta mektebe göndermeye karar vermişlerdi. Nerede, nasıl okutacaklarını düşünürken, bu durumdan haberdar olan evin gelinleri Asiye ve Hanım Ablalar, “Dünyada olmaz! Biz öldük mü? Buradayken ev kiralayıp çocuk okutmanıza müsaade edemeyiz asla! Hanım’ınkiler bebek denecek yaştalar, onları saymasak dört çocuğumuz var, biri de Ragıp olmuş ne fark eder? Zaten Nevzat Oltu’da okuyor, Emine ablası sayılır, Fadime, Hacer küçükler. Temel ise çocuk… Bir uşağı iki eve sığdıramayacaksak yazıklar olsun bize!” demiş, evlatlarından ayırt etmeden yanlarına almışlardı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.