“Kadim edebiyatımızda baharın pek mühim bir yeri vardır..."

A -
A +
"Bazen de çarçabuk gelip geçen ömür bahara benzetilir. Ama araştıran, okuyanlar nerede?..”
 
 
Hafız Lütfü bundan sonrasını şöyle anlattı:
“Üç aylar”daydık, Ramazan-ı şerife neredeyse bir ay vardı. Telaşlanmıştım, böyle bir vazife beklemiyordum. Hocam, Osmanlıca şu beyti okudu. Hem de bizim anlayacağımız şekilde izah etti ayaküstü:
 
Rûh-bahş oldı Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr.
Açdılar dîdelerin hâb-ı ademden ezhâr.
 
Buyurdular ki: “Kadim edebiyatımızda baharın pek mühim bir yeri vardır. Şairler ve edipler için bitip tükenmez bir ilham kaynağıdır bahar; bazen “cünun eyyamı” bazen “hâb-ı adem”den uyanış zamanı olarak görülür. Bahardan söz edilerek, tabiatı harekete geçiren “dirilişe” işaret ederler, bazen toprağın sinesine cemre düşmüş gibi, gönlüne düşen aşk şulesiyle yanıp tutuşan âşığın hâlleri, bazen, yapraklarla bezenmiş bir çiçekten ilhamla, hüsnünü kuşanmış sevgilinin endamı, güzelliği kastedilir. Bazen de çarçabuk gelip geçen ömür bahara benzetilir. Ama araştıran, okuyanlar nerede?” dedi, bana döndü.
- Bu mektubu muhtara ver. Bekliyorlar, onlara teslimsin…
- Peki efendim.
- Bu beyitleri anlayacak insanımız da kalmadı. Peki niçin okuyorum? Öyle ya! Bir milletin sanat ve edebiyat zevkine ait eserler, çoktan dönmüş bir devranın tevarüs etmeye bile değer görülmeyen bakiyesi olarak, kütüphanelerde, arşivlerde ya da mecburi akademik çalışmaların nesnesi, malzemesi olarak bekleyedursun. Onlardan bir nebze haberdar olanların ruhlarına sâri olan huzursuzluk, belki bir gün bütün millete sirayet eder de, insanlar ne kaybettiklerinin farkına varırlar, kim bilir?
- !!!
- Talebelerim, sözün gelişinden, mazimizden, geçmişimizden, sanat ve edebiyatımızdan kopmakla, onlara ait şekil ve muhteva unsurlarını, dil ve mazmunları unutmakla bedbaht olduğumuzu söyleyeceğimi zannedebilirsiniz. Kaybedilenlerden yani “yitikten” kastımın bunlar olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak bana göre asıl yitik bunlar değil, aslında ben daha büyük bir felaketten söz ediyorum. Biz o sanat ve edebiyat zevkini doğuran asıl kaynağı kaybettik; maneviyatı, tabiatı ve onunla mütenasip kurulmuş şehirleri…
- Eski, köhnemiş olanları attık, hep yeniliklere bezendik diyorlardı hocam.
- Lafla gemi yürütülseydi, dediğin olurdu Lütfü. Kastettiğim kadim şehirlerimiz, tabiatla inatlaşan, ona direnen ve onu sınırları dışına tasfiye etme temayülü olan yerler değildi. Bilakis tabiatla imtizaç hâlinde olan, onu tahrip etmeyip tezyin eden bir değer saymakla kurulur ve abad olurdu. Mana yüklü insan, bozulmamış tabiat ve planlı şehir üçlüsü birbiriyle barışık ve birbirini yücelten unsurlardı. Ancak o şehirlerde yaşayanlar, yaşadığı yere;
“Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul” diye seslenebilirdi. Neyse mevzu uzun ve derin...
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.