"Gün içinde nerede ne yapar? Ev kadını mı, anne mi, çalışıyor mu, memur mu, bekâr mı, dul mu?!."
Anlatılanlardan mı ne; şimdi de ‘fevkane’de ağlamakta… iç geçirerek, hıçkırarak… Kalabalığın içinde yerini ve koordinatlarını tam tayin edemiyorsa da o kadıncağız olduğundan zerre kadar şüphesi yoktu… Uğultu hâlinde ve karanlığın içinden gelen bu sesi sadece o tanımıştı… ve uykuyla uyanıklık arası hâlinde, hayal gücüne en tuhaf ve fazla mesaisini yaptırıyordu bu kadın hıçkırığı… Gayet tabii olarak korkuyordu.
Ne olmuştu bu kadına da içten içe ağlıyor?
Öfkeli kocası mı bir şey dedi?
Evlatlarına mı üzülüyor?
Yoksa çok mu mutsuz biri sadece?
Acaba babası mı, anacığı mı öldü?
Neye yıkıldı ki böyle?
Gün içinde nerede ne yapar? Ev kadını mı, anne mi, çalışıyor mu, memur mu, bekâr mı, dul mu?
Neyi ne kadar derin hissediyordu?
Ama en nihayetinde fark ettiği şey şuydu ki: Kâinatta yalnız değildi. Herkesin acıları vardı ve oldukça da büyüktü. Bir kendi değildi yalnızlık ve hasretlik çeken. Tıpkı gece vakti ışıkları yanan pencerelerini gördüğünde o evlerin hissettikleri gibi.
Kendini ve acılarını abartmayacaktı! Başkalarını da bilecek, tanıyacak ve ne kadar azap çektiğini hissedecek, yükünü hafifletecekti bundan sonra. İnkâr etmeyecek ama abartmayacaktı da… Herkes kadardı, acıları da herkes kadardı, huzur ve saadeti de…
İnsanoğlu, “noksan oğlu” değil miydi?
***
SADECE AĞLADI…
Ağlamak, bazen insanın kendisiyle hesaplaşmasının diliyken, bazen de hissiyatını tam anlatamamanın gözlerde yaş olup döküldüğü ve duyguların zirvede olduğu bir işti. Bazen hayatın mana kazanması için ölenle ölmek, doğanla hayata tutunmak, muvaffak olunca da ağlamak lazım geliyordu.
Ağlamak, çeşitli durumların neticesi ya da göstergesiydi ona göre. Meselâ: Stresin azaltılması, empati ve şefkat gösterilmesi, acı duyulması ya da alaka uyandırmak, dikkat çekmek isteğinin yansıtılması hatta kederin olduğu kadar, huzur ve saadetin de işareti sayılırdı… Ağlamak, farklı kültürlere göre insanın zayıf ve güçsüz görülmesinin sebebi, utanç ve pişmanlık hissinin dışa vurumu, kendini mübarek ve muteber saydıklarına adamış olmanın hâli olarak da yorumlanabilirdi. Ancak ağlamak, bazen insanın kendisiyle hesaplaşmasının diliydi de. Bu maksatla “kendi derdine yanmak” kabul edilmiş bir hatanın tasdik edilmesiydi. Ne var ki “içi kan ağlamak” korkunç bir çaresizliğin, çıkışsızlığın ve haklılığını ifade edememiş olmanın gizli davranışı, sahtekârlığın, ikiyüzlülüğün ve alçaklığın göstergesi olan “timsahın gözyaşları” denilecek hareketlerin de kaynağıydı ağlamak…
Bazı ağlama durumları insanda öfke uyandırırken, bazıları da büyük bir travmaya sebep olabiliyordu. Meselâ, annenin ağlaması bir çocuk için onu üzen şeye karşı öfke uyandırırken, babanın ağlaması büyük bir yıkım, büyük bir acıma hissi uyandırabilirdi. Hoşlanmayan bir insan bile, babasının ağladığını gördüğü zaman, onu sevebilir, kötü hislerinden dönebilirdi bu sayede. Demek ağlamanın bağışlatıcı bir yönü de vardı. DEVAMI YARIN