Hafız Lütfü:
"Şahmettin Efendiye belli etmeden helâllik dileyerek uğurladım. O otobüse binene kadar dik durdum, peşi sıra baktım, el salladım, geri döndüm. Nereye gideceğimi bilemiyordum, aklım başımdan gitmişti. Caddenin ortasına kadar geldim, öylece kalakaldım. Arabalar sağımdan, solumdan vızır vızır korna çalarak geçiyor, küfredenler, hakaret edenler… O hengamede bir araba üst tarafımda durdu. Adam indi, nazikçe yanıma geldi. ‘Hemşehrim hasta mısın? Şöyle kenarda dur bari. Biri çarpar marpar Allah muhafaza perişan olursun!’ dedi, koluma girdi, beni kaldırıma çıkardı, insanların gelip geçişine mâni olmayacak bir duvara yaslattı. ‘Hadi kendini toparlayana kadar böyle bekle veya otur. İstersen bir hastaneye götüreyim…’ dedi, benden makul cevap alamayınca da herhâlde ‘meczup’ falan diye düşünerek çekip gitti.
O tanımadığım adama hâlâ duacıyım. Kimi küfretti, kimi de böylesine yardım… Bir dağarcıkta ne varsa o dışarıya dökülüyormuş meğer, yakinen gördüm...
Sonra mı? Sonra uzun mektuplaşmalar sonunda vefat edenin en büyük mahdumum değil de en küçüğü Kuddusi olduğunu öğrensem de gurbette fena hırpalanmış, çok acı çekmiştim. Bir tarafta ilim öğrenme mesuliyeti, diğer tarafta memleket, evlad-ü ıyal hasreti... İki cendere arasına sıkıştırılmış mahkûm gibiydim...”
***
AĞLAMAK ÜZERİNE BİR İKİ SÖZ
Lütfü Hoca gözyaşlarını içine akıta akıta bir hâl oluyordu. Ağlasa “Sen de mi ağlıyorsun hocam? Biz o zaman ölelim!” diye çıkışan kurs arkadaşlarını düşündükçe daha bir dik durmaya çalışıyor, hislerini hep gizliyordu.
Bu hissiyatla Davutpaşa Cami-i şerifinin bahçesinde dolaşırken hocası Mustafa Efendi seslendi:
- Lütfü Hoca!
- !!!
- Sana diyorum Sakallı Hoca!
- !!!
Lütfü Hoca, talebelerin en yaşlısı ve tek sakallı olanıydı. Mustafa Hocaefendi ona ayrı bir kıymet veriyor, diğer talebelerinden ayrı bir arkadaş gibi muamele ediyordu. Herkes de bunun farkındaydı. Ceketinin önünü ilikleyerek sesin geldiği tarafa döndü. Hocası iki katlı evin üst katındaki pencereyi açmış ona bakıyordu.
- Hocam buyurun, geldim.
- Yukarı çık.
- Rahatsız etmeyeyim.
- Gel yukarı! Bak yengen çay demlemiş. "Erzurumlu Hafız çayı sever…" diyor.
- Peki Hocam.
Kapılar ardına kadar açık bırakılmıştı rahat girsin diye. "Hoş gelmişsiniz…” dedikten sonra hâl hatır soruldu. Lütfü Hoca'nın kederli olduğu her hâlinden belliydi. Kitaplarını muhafaza ettiği camlı dolabın yanına gitti, kalın bir kitap çekip çıkardı. Sonra sayfalarını ileri geri çevirdi. Durup Lütfü Hoca'nın yüzüne dikkatlice baktı.
- Kederlisin! Allah içinse bil ki Rabb'imin bir nimeti, yok eğer nefsin içinse tövbe istiğfar et! Hemen şimdi başla!
- Tam emin değilim Hocam!
- O zaman şuradan kısa bir bölüm okuyacağım, iyi dinle.
- Peki Hocam.
- Bismillah… Ağlamak, bir nimettir anlayana. Basit, hızlı ve tesirli bir kendini ifade şekli. DEVAMI YARIN