Keşke herkes heyecan duyabilse!..

A -
A +

Heyecanlar, kimi zaman hata yapmamıza sebep olur, kul olduğunu şahsın yüzüne vururdu…

 
Aslında heyecanlı olmak çok da kötü bir şey değildi. Var olduğunu, nice gözlerin üzerine çevrildiğini bilip dikkatli olmayı da beraberinde getirirdi. Heyecanlar, kimi zaman hata yapmamıza sebep olur, kul olduğunu şahsın yüzüne vururdu… İnsanın en tabii hâlini yansıtırdı ayrıca. Keşke herkes yaşadığı en küçük anlarda bile heyecan duyabilseydi. Kelimeler diline dolansaydı da ağızdan yalan, dolan, küfür, kalp kırıcı sözler çıkmasaydı. Keşke en haklı olduğu zamanda bile tir tir titreseydi de ona her seferinde, “Ben kulum, kul demek, köle demektir. Ah! Bir de aciz olduğunu söyleyebilseydi. Aslında her çeşit heyecan zararsızdı da, yeter ki niyet iyi olsundu…” diye, zayıf, güçsüz olma hâlini düşündü.
İnsanın aczini en çok fark ettiği anlar, bu imtihanlardı. Kendisi bir hiçti, Yaradan’ın dediği oluyordu… Gözle görülmeyen bir virüsün bile âdemoğlunu yatağa serdiği bir dünyada, “oldukça besili ego” lüks kaçıyordu aciz insana…
Kişi ne kadar acz içindeyse, rızkına da o kadar rahatça ulaşıyordu. Mesela bebeler, anne karnında rahat besleniyordu, en emin bir şekilde. Gıdanın gelmesi için kolunu kımıldatmasına bile lüzum yoktu. Ufak bir bebekken, en azından ağlaması lazımdı beslenebilmek için. Çocukluk safhasında annesine, acıktığını söylemesi şarttı. Yetişkinlikte ise, bir lokma ekmek yiyebilmek için bazen birkaç saat boyunca çalışması icap ederdi.
Hayvanlarda da durum pek farklı değildi, tilki gibi kurnazlığıyla meşhur olanlar av bulabilme adına epey bir emek harcar, uğraşır, tuzak kurar; ama yine de tam manasıyla rahat ettiği söylenemezdi. Umumiyetle zayıf ve sıskaydılar, semiremezlerdi bir türlü. Elma kurdu ise, tilkinin zekâsının zerresine bile sahip değilken, leziz bir meyvenin tam ortasında kendine kolay yer bulurdu. Bu durumları kim nasıl anlatabilirdi ki? Acziyet ile Allahü teâlânın imdadımıza koşması arasında bir doğru orantı vardı ama gören göz, işiten kulak bulmak pek zordu Lütfü Hocaya göre…
Birçok şeyler düşünerek son suali cevaplamaya sıra geldi. Yeteri kadar vakti de vardı. Onun için acele etmiyordu. Son sual “Şeriatın kaynakları nelerdir?” diye soruluyordu. “Edille-i şeriyye” şeklinde olsaydı hemen cevaplayacaktı. Sualleri yetiştikleri tarz ve şeklin dışında sorduklarından medrese tahsili görenler için tuhaf kaçıyordu. Çoğunu tahminle aslına çevirip öyle cevaplandırıyordu. Sonradan duydu ki imtihana girenlerin çoğu bu soru şekillerinden dolayı bir şey yazamamıştı. “Şeriatın” kelime manasını herkes biliyordu. “Kaynak” derken durakladı. “Delil” kelimesiyle bir bağı olup olmadığını düşünerek epey zorlandı. Ta ki “Hocam himmet!” dediği ana kadar bocaladı... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.