Kendi aralarında Çin'le ilgili yorumlar yapıyorlardı:
- Güçlerinin nereden geldiğinin farkındalar. Karışık değil tek ve homojen bir millet.
- Aman bizler de neler konuşuyoruz?
- Çin lokantasına gidenler başka ne konuşacak ki?
- Daha neler neler…
Bilhassa duvardaki resimler, süslemeler, masa sandalye kuruluş ve müşterilerin oturuş tarzı, aydınlatma ve kırmızı şemsiyelerin kullanımını çok beğendim. Aynı şekilde “ÇİNCE” olarak yazılmış karakterlerin kaideler üstünde estetik durması, bütün mekânın orijinale yakın dizayn edilmesi de bence zekice düşünülmüş ve iyi işlenmişti. İçeri girene “Vay! Yav! Ben nereye geldim?” dedirtecek kadardı.
Böyle sürpriz buluşmaların olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Yukarıda saydıklarım övmek için değil, objektif tanıtım içindi. Samimice ifade etmem lazım geldiğinde söyleyeceğim tek şey “Kötü” bir yerdi. Bize göre hiç değildi. Her taraf pislik... Herkes kendine yakışır yiyebileceği bir hayvan aradı. İlk defa deneyeceklermiş. Kimi kurbağa, kimi canlı maymun beyni… Kimi buldu, kimi bulmaya çalıştı.
Kimlik bunalımının ne demek olduğunu burada bir daha gördüm. O gün neşeli ama pis bir gün geçirdik. Yine de bütün bitirimler gibi mesut görünmeyi becerdik.
Bir şey dikkatimi çekti, bu çeşitten enteresan mekânları dolduranlar yüksek tahsilli elit insanlardı. Çin lokantasında fakir, gariban varoşlardan, köylerden gelen giden hiç yoktu. Tabiri caizse yüksek sosyete pek meraklıydı bu gibi mekânlara.
Okumak, Türkiye’de kimlik bunalımı mı yapıyordu? Yoksa öz değerlerimizden koparıp uzaklaştırıyor muydu? Tam anlayamıyordum. Elimi vicdanıma koydum, tefekkür ettiğimde bu tahsil işinde bir çarpıklık seziyordum ama izahını yapamıyordum. Sadece neticeye bakarak bozulmuşluğun, kokuşmanın, kendini reddetmenin ayak izlerinin oraya götürüyor olduğunu görüyordum. Görüyordum ama o yolda yürümekten de beri duramıyordum.
En iyisi hissiyatımı bir kıssadan hisseyle anlatmaya çalışayım, olur mu?..
İkisi de aç olan bir aslanla bir tilki birlikte ava çıkmış.
Çayırlıkta sakin sakin otlayan bir eşek görmüşler. Tam dişlerine göre!
Aslan baş tarafına geçmiş, tilki arka tarafına… Bunun üzerine otlamaya biraz ara veren eşek:
- Anladım ormanlar hâkimi, beni yiyeceksiniz! Ama öyle bir işe kalkışırsanız sizin için de iyi olmaz, padişahla başınız derde girer.
- Niyeymiş? diye sormuş aslan.
- Padişahtan Fermanlı Eşeğim de ondan.
- Hadi canım, demiş aslan. Hani fermanın nerede?
- Arka sağ ayağımın altındaki nala kazılı vaziyette, demiş eşek.
Aslan uzaktan tilkiye işaret ederek:
- Okuyuver şunu, demiş, bakalım doğru muymuş?
Tilki uyanık, hiç dolduruşa gelir mi?
- Valla benim okumam yazmam yok! demiş.
- İyi, iyi! demiş aslan öfkeyle, çekil kenara, ben kendim okurum…
Tabii aslan, eşeğin arka ayağındaki fermanı okumaya çalışırken, eşek öyle bir tekme patlatmış ki aslanı on metre ileriye fırlatmış ve bütün kemikleri kırılmış, perperişan olmuş.
Bunun üzerine, eşekle tek başına baş edemeyeceğini bilen tilki, hızla uzaklaşırken kendi kendine söyleniyormuş: “Yahu bu devirde OKUMAK da başa belâ!..” DEVAMI YARIN