Kar, sessizliğiyle konuşur, bir şeyler anlatır anlayana. Ona baktıkça, dinledikçe ayna olur muhatabına...
Bir insan güzel bakmayı becerebiliyorsa, kış bile bir başka güzellik ve neşe vadederdi. Evden camiye ak çamurlara batarak gitmek bir başka huzur veriyordu Lütfü Hocaya. Başını kaldırıp semaya baktığında güneş, ağaçlar, damlar üzerine birikmiş kar kümelerini okşarcasına incitmeden aydınlatıyor gelirdi ona. Çocuklar, kışın da çocuktu… Sınırsız ak minderlerin üzerinde yuvarlanmaktan yorulmuyorlardı. Gülerek geçti yanlarından. Medrese olarak kullandıkları toprak sıvalı odada yanan küçük sac sobanın ısıtıp ısıtmadığını kontrol etti, birkaç çam yarması atıp çocukların gelmesini beklerken tespihini çıkarıp hocalarının verdiği dersi çekmeye başladı her gün olduğu bibi…
Kışla birlikte karın hükümranlığı başlıyordu buralarda. Ak ipek gibi yağdı kar, bir kedicik kardan hafif patileriyle geçip gitti kelebekleri, ak güvercinleri hatırlatarak. Kimine göre bir tüy kadar hafiftir kar, kimine göreyse mideye oturmuş demir bir leblebi kadar ağır ve sıkıntılı… Maharet ise onun tılsımlı sesini dinlemek, dinlerken dinlenmekten geçer. Çünkü kar, sessizliğiyle konuşur, bir şeyler anlatır anlayana. Ona baktıkça, dinledikçe ayna olur muhatabına. Suskunluğuyla asıl bizi konuşmaya, içimizi dökmeye teşvik eder, kışkırtır ve çoğu zaman da bir tesellidir, kirlerden, lekelerden temizlenme, kurtulmadır da kar.
Kar rüyalarda yağdığı gibi Verintap’ın üstüne de uzun uzun ve sessizce yağarken cam kenarında oturan ihtiyar ninelere, dedelere ötelerden haber getirir, kuvvet verir, el sallar; “yalnız değilsiniz…” der, umut olur umutsuzlara. Çirkinlikleri örtüverir tiksinmeden, bıkmadan usanmadan. Bir o yana bir bu yana uçuşurken kar taneleri, hasretle aradığı masumiyet ve saflık hisleriyle dolar ve kendini bu dünya evinde mesut hissedebileceğine, iyimserliklere inanır bütün çaresizler. İnanan insan da hem bu dünyada hem de öte dünyada mahrum kalmaz…
***
Bugün İd’e gidip geldiğinde uykuyla uyanıklık arasında az daha namazı kaçırıyordu, Allah muhafaza eylesin…
İçine saklanmış hayvaniyetin, (Lütfü Hoca nefsine kızınca öyle derdi; bazen aç kaplana, bazen yırtıcı, dişleri kanlı canavara, bazen de demir dağa benzetirdi o hain ve kâfir nefsini…) insandan meydana gelen yansımalarla tezahür edip gözünün önüne dökülmesi ve tiksinip midesini altüst etmesi, kalbini de fena yoruyordu.
“Niçin bu uyuşukluk dakikalarında benimle alay edercesine gülüşmeye başlıyor kireç badanalı taş duvarlar?” dedi, pardösüsünü giydi, dışarı çıktı…
Mest-lastik karlara bata çıka yürürken ayak tabanlarını vuran buzlarla dolu yolu, istikbale dair bir ümit besleyerek katetmek, zor gelmese de paramparça olan kalbinin, mana gözünü, acıyla açmak hiç de kolay değildi. Kısa yol, kardan mı ne uzadıkça uzadı. Geceleyin boş sokaklar, gündüzleyin ise soğuktan dolayı yine tenha sayılırdı. Yazın tozlu, kışın karlı yollar, iş olsun kabilinden saydığı harman yerleri, merek önleri, taya dipleri bomboştu. “Rençber ne yapsın? Gevşekliğe gelmez bizim buraları... DEVAMI YARIN