Lütfü Hoca, Esmani Ağa’ya bir teklifte bulundu:
- Çok ırak, sabah olsun öyle git!
- Duramam Hocam! O danaların hakkından benden maada gelen olmaz! Allah muhafaza, bir vızik tuttu mu? Nerede duracakları hiç belli olmaz! Kurban olur, ellerinden öperim! Bir oku da gideyim!
- Estağfirullah! Öyle deme Esmani Ağa! Bak beni üzüyorsun! Hele içeri gir, biraz istirahat et! Çayımızı iç.
- Lastiklerimi çıkaramam! Hep çamur, taş, toprak bir de evi kirletmeyeyim!
- O zaman ben bir sandalye çıkarayım, müsaadenizle...
- Tamam Hocam! Madem çok istiyorsun, ona peki!
- !!!
Sandalyeyi alıp gelmesiyle Esmani Dayı, bir kayanın üstüne çöküyormuş gibi oturuverdi birden. Yorgun olduğu her hâlinden belliydi. Önlerinde Mevlüt Ustaların damları, ıssız, dar, tozlu sokaklar, sayısız ve hareketsiz tezek kalakları; mini mini Mısır ehramlarını hatırlatıyordu, bu tarifsiz antik görüntüler. Bunlar, kocaman külah şeklinde donmuş birer tezek ormanı gibiydi. Tâ ufuklara kadar uzanan geniş saha içinde sayısız söğüt ve kavak ağaçlarından ne bir tutam ot, ne bir su pırıltısı, ne bir hayvan, ne de bir başka ev görünüyordu, sanki her şey yok olmuş gizlenmiş gibiydi. Her taraf söğüt, kavak ve kalak, kalak…
***
Bu yaz gününde Koçkans’ın üstünden büyük bir sıcak dalgası geçiyordu da kimsenin haberi yoktu. Dar sokaklar, terk edilmiş harabe hamam gibiydi. Küf karışımı toprak kokan hava, insanın kemiklerine nüfuz ediyor, parmaklarının ucuna kadar terletiyordu. İnsan, hayvan, her canlı mahlûk nefes alabilmek için sığınacak gölge, serinlik arıyordu. Köpekler, tezek yığınlarının altına serilmişler upuzunca… Karakargalar, gölgeden ayrılınca dilleri dışarıda, kanatları körük gibi inip çıkıyor, sanki bu yerlerden hayat, ebediyen çekilmiş gibiydi. Sanki sönmüş devasa bir tandırın külleri üstünde oturuyorlarmış hissindeydi Lütfü Hoca.
Vakit kaybedilmeden bir tepsiyle çay ve kahvaltılık uzatılıverdi içeriden.
- Hadi Esmani Ağa, uzun yoldan gelmişsin, yengenin ikramlarından bir şeyler ye, sonra bakarız.
- Benim vaktim yok! Dedim ya Hocam, dişim…
- Hele ağzını aç bakayım, hangi dişin ağrıyor?
- Ahan! Kör olasıca tam burada bah!
Deyip azı dişlerinden bir önceki dişini gösterdi. Lütfü Hoca parmağının ucuyla hafif dokununca, elektrik çarpmış gibi zıpladı olduğu yerde. Diş, düşmek üzere sallanıyordu. Bir bardak çay doldurdu. İçeri gitti, penseyle pamuk alıp geldi.
- Hele bir daha aç ağzını Esmani Ağa!
- !!!
Son haddine kadar açtığı ağzına ispirto ile yıkadığı penseyi soktu. Hafifçe tutup çekince, yağdan kıl çeker gibi çıkıverdi. Pamuktan yaptığı fındık büyüklüğünde sıkı tamponu dişin çıktığı çukura yerleştirdi.
- Esmani Ağa, tutabildiğin kadar ağzında tut, fazla kanama olmasın. Pamuğun üzerine de hafif bastır. Senin derdin aha bu dişmiş! Ne yapmışsın ki böyle lıkır lıkır oynuyordu? DEVAMI YARIN