Nene Gelin, bu mahalleye geldiğinden beri çocuklarla hep alakadar oldu...
Halk zayıflardan, devlet memurlarından, hastalardan, ihtiyar kadın, çoluk-çocuklardan ibaret değil miydi? Hepsi ateş olsaydı ancak düştüğü yeri yakabilirdi. Padişah efendileri, bu hususta ne düşünüyordu acaba? Galiba öteki memleketlerden çekiniliyordu! Yoksa bu şark cephesini bu kadar uzatmaz, bu şekilde bırakmaz, mutlaka daha fazla yüklenirdi.
Oturduğu yerde biraz eğildi. Yosunlu, soğuk toprak yığınına dirseklerini dayadı. Gökyüzüne baktı. İki üç çocuk, beyaz çadırların arasında koşuşturuyordu. Bir başka çocuk, rastgele bulduğu kuru bir dalı kılıç gibi tutarak karşısına geçtiği daha topluca bir çocukla kılıç dövüşü yapmaya başladı. Ara sıra laf atarak koluna, başına, bacaklarına dokunarak kızdırıyordu. Çadırlardan çıkan diğer çocuklar, elleri yapma kılıçlarında, bu oynayanları seyrediyorlardı. Nene Gelin, ne düşündüyse doğruldu, birkaç adım ileri çıktı bulunduğu yerden:
- Lütfen Çocuklar yapmayın! Birbirinizi incitmeyin!
- Bu eze de ne diyir?
- Bir yerinizi acıtacaksınız, oynamayın şu sopalarla dedim!
- Git işine eze!
- İncitmeyin! Kafanıza, gözünüze dikkat edin!
Yapma kılıçlarla harpçilik oynayan çocuklar, başlarını yakınlarından gelen bu müşfik sese doğru çevirdiler.
Nene Gelin, bu mahalleye geldiğinden beri çocuklarla hep alakadar oldu, onları sevdi, okşadı. Sık sık onların arasında dolaştığından, herkes tanır, severdi. Severdiler ama aynı zamanda hem çekinir, hem hürmet ederlerdi... Bu durumda olmak ona has bir kabiliyetti.
Oyun olsa da canlarını yakacak hareketleri yapmamalarını, kalp kırmamalarını sıkı sıkı tembihledi. Annelerine selâm göndermeyi de ihmal etmedi. Fakir bir ailenin en küçük oğlu Ömer’in saçlarını okşadı. Soğuktan mosmor olmuş kulaklarını, nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Başındaki tülbendi çıkarıp kulaklarını örtecek şekilde sardı.
- Haydi, artık akşam oluyor, içeriye...
- He eze…
- Maşallah he diyişlerine!
- !!!
Çocuklar; tecrübeli askerler gibi kâğıttan yaptıkları kınlara kılıç niyetiyle sopalarını koyup toparlanmaya başladılar. Duvara dayanmış etrafı seyreden Nene’nin kalbi sıkıştı, içi yandı. “Daha körpeler” dediği bu çocukların, itaatkâr ve mazlum hâllerine pek acıdı. Bulunduğu yerden etrafına göz attı. Önünde inişli çıkışlı taştan bir şerit gibi uzayıp giden mevzilere, tabyalara baktı tekrar. Üst tarafındaki Deveboynu, paslı demir bir levha gibi sisli görünüyordu...
Kargalar, ismini bilmediği envaiçeşit kuşlar sürüler hâlinde, katar katar, aralıksız geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle ortalığı çınlatıyorlardı zaman zaman. Erzurum’un mu, yoksa Nene Gelin’in akıbetine mi ağlıyorlardı? Yoksa, Osmanlı’nın kazanabileceği bir ihtimal zaferini mi müjdeliyorlardı, belli değildi. DEVAMI YARIN