Şirin Anadolu’nun temiz ve serin, misk-i amber kokan havasını getiren seher yeli, uzun yoldan gelen hacıları selâmlayarak karşılıyordu sanki.
Şam’da yaşadığı o işportacı hadisesi, bir ateş olup sarmıştı bütün bedenini. Artık her şey açıktı. Tanımadığı, bilmediği kimselere itimat etmeyecek, teslim olup sırtını dönmeyecekti. Her şey ayan beyan ve aşikârdı. Anlıyordu ki kıyamet vakti iyice yaklaşmıştı. Bunlar da emâreleri, işaretleriydi…
Yüzünde tek bir kas bile oynamadı. Sakin bir şekilde başlığını düzeltti. Lacivert cübbesini çıkardı, katladı tavan arasındaki raflara yerleştirdi. Koltuğuna oturdu. Araba yavaş yavaş ilerliyordu. Dışarıda seyyar satıcılar hâlâ bir şeyler pazarlama telaşında camlara bakıyor, kucaklarındaki Şam tatlılarını, hediyelik eşyaları gösteriyorlardı. Lütfü Hoca, “Bodruma götüren simayı görebilir miyim?” merakı ve korkusuyla dışarıya göz gezdiriyordu.
Polisler ve onların ardında şehre girmekte olan yeni Hac kafileleri… Camdan eğilerek son bir defa olsun kendisini selâmlayanlara baktı. İnsan yüzlerini, jest ve mimiklerini açık bir kitap gibi okumayı bildiğinden, onların bu hâllerinden korkunun ve lütuf ve ihsanlarının bir arada bulunduğunu anlaması zor olmuyordu. Karşılaştığı o korkunç sahne dıştan görülmez, duyulmaz, gizli bir hüzün uyandırıyordu, Şam’dan ayrılırken onda…
Uzaktan el sallayanlarla selamlaşma faslı da bitmişti. Yağız asfalt üzerinde gittikçe hızlanan tekerleğin sesi, “Halep’e doğru gidiyoruz...” diye dönüyordu artık…
Halep’te son eksiklerini tamamlayan hacılar, sabaha doğru Cilvegözü’ne girmişlerdi. Geniş bir boşluğa otobüslerini park edip dışarı çıktılar. Sınır kapısı ve etrafındaki mahalleler gittikçe canlanıyordu.
Evlerin avlularından, sokaklardan, caddelerden alışık oldukları çeşitli sesler yükseliyordu. Bir anne çocuklarına çıkışıyor, bir kuyu çıkrığının gıcırtısı duyuluyor, uzaktan yakından horoz ötüşleri, takunya tıkırtıları geliyordu…
Şirin Anadolu’nun temiz ve serin, misk-i amber kokan havasını getiren seher yeli, uzun yoldan gelen hacıları selâmlayarak karşılıyordu sanki. Buram buram memleket kokan havayı hasretle ciğerlerine çeken hacılar, yorgunluklarını çoktan unutmuş, pek de keyiflenmişlerdi. “Memleketimiz bir başka…” diyen Lütfü Hoca; ocaklarda yakılan tezek ateşinin dumanlarını lacivert gökyüzüne savrulup kaybolmasını huzurla seyrediyor, “Elhamdülillah…” diyerek bugünleri gösteren Rabbine hamd ediyordu. Vatan hasreti işte böyle bir şeydi. Kokusu, sesi, soluğu, rengi bambaşkaydı. Onu “tarif et” deseler, edemezlerdi ama çok iyi tanırlardı. Sınırdaki bu sabah anbiyansı ahenkli bir melodi şeklinde sınır kasabasının üstüne yayılırken hacılar, memlekete ilk adım atmanın anlatılmaz huzurunu yaşıyordu…
Nisan ayının bu gülen yüzlü sabahında, tepeden tırnağa sabırsızlık ateşleriyle yanarak, en yakın cami-i şerife doğru yürürken bile göğüsler dik, alınları açık, muzaffer bir komutan endamındaydılar.
Cilvegözü halkı, tıpkı güz sinekleri gibi cansız, gevşek, hüzünlü görünüyordu Hacı Lütfü’ye. Koşmaktan yorulmak bilmeyen köpeklerin havlamaları, çocukların erken erken ağlama ve bağrışmaları, fayton sesleri, motor gürültülerini aşamadan hepten kayboluyordu… DEVAMI YARIN