Bir daha anladım ki düşenin dostu yokmuş. İnsanoğlu pek uyanık olmalı, ne edip edip kendini her çeşit tehlikeden muhafaza etmeli... Merhametsiz kimselerden imdat beklemek beyhudeymiş! Çünkü devir o devir değildi. Kuvvetli olanın, imkânı olanın rahat yaşadığı, zayıfın ezildiği bir ahir zaman diliminden geçiyorduk.
“Ah Aylin ah!” dedim inledim. Yine tüylerim diken diken oldu. Yüzümün “siyah beyaz” gibi değiştiğini herkes rahat görebilirdi. “Bırak maziyle hemhâl olmayı! Sen bu anına bak... Yaşa hayatın tadını çıkart be! Dünyaya bir daha mı geleceksin be kadın?” dedim, penceremden dışarıyı seyrederken yan odadaki biricik hayat arkadaşıma seslendim:
- Bak aşkım! Görüyor musun?
- Neyi? diyerek yanıma geldi.
- Neyi olacak! Şu karşıdaki manzarayı. Ne muazzam! İşte kızıl güneş okları altında ışıldayan İstanbul silüeti… İşte mavi atlas gibi uzanıp giden Boğaz ve bütün şehre hayat veren Marmara! İtiraf et ki güneş bugün, burada daha başka türlü parlıyor. Bak, sanki o nar küreden muazzam bir şelâle akıyor üzerimize; yaşamak için her şey ayaklarının altında sevgilim! Daha ne oturuyorsun? İçimde hayatı seven bir kalp fokur fokur kaynıyor!
- Ne saadet!
- Sende uzun cümleler yok mudur Tanju?
- Benden bu kadar.
- Ne kadar cimrisin!
- !!!
Yüzümün hâli; acı hatıraların canlanmasındandı da ya bu “fokur fokur kaynıyor” demek de neyin nesiydi? İnanın neyi, niçin kastettiğimi kendim de bilemiyordum. “Bir tarafta sevdiğim insan, beri tarafta kara toprağa terk ettiğimiz bir genç. “İkiye bölünemezdim ki” dedim, nefsimi teskin etmeye çalıştım bir nebze de olsa...
- Haklısın! Hem de çok! Sen hiç yanlış yapar mısın hayatım?
- !!!
Karı koca, pencereyi açıp güneşe, denize baktık, saçlarımı hafif hafif okşayan rüzgâra bırakırken ne kadar keyiflensem de kalbimdeki acı devam ediyordu derinden derine. Bu yüzden olsa gerek beyime karşı bütün hareketlerim sahte geliyordu. Belki kendimi kandırıyordum da farkında değildim.
Bu zoraki pencere muhabbetinden, eğlenmekten ziyade tiksinmiştim. Bütün tabii güzelliklerin içinde murdar, pek acı veren, henüz ismi konmamış, meçhul, işitilmemiş bir sıkıntıyla boğuşuyordum.
Büyük şehrin bir köşesinde kaybolmuş şeylerin mevcudiyetini tahmin ederek, onun nazarında “Hayatımı kurtarayım” derken, ne büyük hayatların yıkıldığının elim esrarıyla doluydum. Aylin’in benzeri kirli bir facia, yoksa bizi de mi bekliyordu?
Bu şeylerden göğsüm daralıyor pek ürperiyordum. Hastalık, ölüm aklıma gelince de hastanedeki günlerimi hatırlıyordum. En son Nefise Doktor’um güzel, ibretlik bir kıssa anlatmıştı. “KISSA” kelimesini de ilk defa ondan duymuştum. Tabii anlamamış, sormuştum. O da üşenmeden “Kendisinden bir ders çıkarılan hadise, mevzu konu, kısa hikâye, fıkra…” deyivermiş, cahilliğime bir daha üzülmüştüm.
Evet çok okuyan birisiydim ama hep Batı kaynaklı eserlerin, yazarların, düşünürlerin, felsefecilerin peşindeydim. DEVAMI YARIN