"Kelime-i şehadet getirip ‘yeniden’ Müslüman olduktan sonra oldukça düzgün, mesuliyet taşıyan bir hayat tarzım oldu..."
Yapılan bir sohbette şöyle dile getirmiş içinde bulunduğu durumu Türk kızı Toleuzhan:
“Müslüman olduğumuzu ve Allah’ın ismini duymuştum ama evimde, köyümde Allahü teâlâ hakkında, İslâm diniyle âlâkalı hiçbir şey bilmiyordum. Bu hususta malumat verecek biri olmadığı gibi bu ilimle donanımlı hiç kimse de yoktu çevremizde. Bir de üstüne üstlük, babaannem Rus’tu. Akrabalarımın da, oranlayacak olursak üçte biri Rus’tu. Dolayısıyla da Ruslar gibi konuşmak, giyinmek, yemek içmek kaçınılmazdı. Zaten din îmân kabul etmeyen hâkim kültür, bizleri tank gibi ezip geçiyordu acımasızca. İstesek de istemesek de ilkokulu ve liseyi mecburen köyümde tamamladım Ruslarla birlikte, onların öğrettikleri derslerle…
Ana dilim Rusça olmuştu artık. Türk asıllı Kazak çocukları; kimi özentiden, kimi başka alternatif olmadığından mı ne kendi aralarımızda bile Rusça konuşur, öyle de düşünür olmuştuk farkında olmadan.
‘Yeniden’ Müslüman olmadan önceki hayatım çok berbattı. Bir kere mesuliyet hissi taşımayan, gününü gün eden biriydim. Mesuliyet derken; hesabı olmayan bir hayatı kastediyorum. Herkes nasılsa ben de öyle yaşıyordum. Canım ne çekerse onu yiyor, içiyor, istediğimi yapıyordum. Gezme, oyun eğlence, müzik, dans, bale… akla gelebilecek her şeyi yapma hakkım vardı, hürriyetim sınırsızdı, artık tam özgürdüm(!)
Tek mâni babacığımdı. Nerelerden, nasıl duymuşsa hafızasının bir köşesinde kalmış. Üç şeyi yapmamdan çok korkuyordu. Bunlar; zina, içki, sigaraydı.
Genç kızlığa yeni adım attığımda yanına almış ‘Kızım ne yaparsan yap mâni olamam, beni dinlesen bile umumi hayat tarzı, mevcut sistem müsaade etmez. Senden tek ricam sevmediğim üç şeyi babalık hakkı için yapma! Hiç olmazsa ben ölünceye kadar; sigara içmeyi, alkol almayı, erkeklerle arkadaşlık etmeyi tehir et!’ demiş, bu üç yasakta ısrar etmişti. Yasak edilenler her tarafta rahat işlenen şeylerdi. Bizim muhitte ise çok daha yaygındı. Horlanmadığı gibi makul şeylermiş, hayatın bir parçasıymış gibi karşılanıyordu. Ben de ne pahasına olursa olsun, babam üzülmesin diye koyduğu bu kaidelere uyuyordum.
Kelime-i şehadet getirip ‘yeniden’ Müslüman olduktan sonra ise oldukça düzgün, mesuliyet taşıyan bir hayat tarzım oldu. Bir şey yapmak istediğimde önce “haram mı, helâl mi?” diye düşünüyor, niyetimi düzelterek o işi yapıyor veya yapmıyordum.
Artık hayatım düzene girmişti, rastgele değildi. Dinimizin emir ve yasaklarına göre tanzim ediyordum. Bir yere çıkmak istersem babamdan izin alıyor, faydasını, zararını hesap ediyor, hangisi ağır basıyorsa ona göre hareket ediyordum. Ailemizde görmedikleri, duymadıkları, hiç de alışık olmadıkları bu hayat tarzım, onların da hoşuna gidiyordu. Her halükârda doğru şeyler olduğunu söylüyorlardı. Bu da bana kuvvet veriyordu. Dışarıdan bakanlar, önceki hayatımın sonrakine göre daha zevkli, eğlenceli ve daha hareketli geçtiğini sansalar da çok yanlış işler yapıldığına, basit meseleler yüzünden nice kalplerin kırıldığına, maddi ve ahlakî zararlara yol açıldığına da çok şahit olmuşlardı. DEVAMI YARIN