“Misafirliğe geldiyseniz içeri buyurun dede…”

A -
A +
 
 
"Dış kapı açık, tam avluda da bir ihtiyar bekliyordu: “Hayırdır, ne istiyorsunuz bu saatte burada?” 
 
Lütfü Hoca:
- Anahanım Gelin ehramın altından; “Öyle tabanca mı olurmuş! Gelin bizim herifinkini görün de gözleriniz silah görsün!” demesiyle tabancayı ona doğrultum; “Bak vururum!” dedim, tetiği çektim. Yine bir şey yok... Sanki akıl tutulması yaşıyordum. Hırslandım; tavana doğru çevirdim bir daha tetiğe bastığımda “güm” diye öyle bir gürledi ki donakaldım. Anacığım, hanım feryad-ı figan bağrışıyorlar, uyuyan çocuklar uyandı. Herkes ağlıyor, saçını başını yoluyordu âdeta… Silahı tavana doğrulttuğumdan emin olduğum için kimseye bir şey olmadığından da emindim ama ortalığı yatıştırmam kolay olmuyordu. Neyse, Gelin ablayı; bizim hanım bir çocuğunu kucağına alarak evine götürdü. Bende bir pişmanlık... Aman Allahım! Bir korku ki... Cayır cayır yanıyorum acılar içinde. Günlerce tesirinde kaldım bu hadisenin.
- Ya Hocam olacak şey mi hiç?
- Dedim ya “akıl tutulması” mı diyeyim, yoksa ne? Kısacası; anlatılması zor şeydi. Kaç aydır uğraşıyorum, uğraşıyorum bir defacık olsun patlamayan silahı alnıma dayıyorum, olmuyor, komşu hanımefendiye doğrultuyorum olmuyor, tavana çeviriyorum gümlüyor! Kendime olabilecekleri hiç düşünmüyorum; “Ya o kadıncağıza bir şey olsaydı, ben ne yapardım? Bu durumu komşulara nasıl anlatabilirdim?” deyip kahroluyordum.
- Hocam bu çeşitten hadiseler sık sık yaşanıyor! Bir izahı var mı?
- İzahı şu; boşu boşuna olmuyor! Orada ya bir harama düşülüyordur, ya Rabbimizin rızasına mugayir bir fiil işleniyordur! Ya da malayaniyle uğraşılıyordur! “Aklınızı başınıza alın!” diye bir ikazdı bize kim bilir? Derin mevzular. Günlerce üzüldüm. Hasan Baba rüyama girdi. “Üzülmek saadettir” dedi. Yine anlamadım.
- Demek mübarek takip ediyor talebelerini.
- Talebe de uyanık olması lazım ki anlasın. Bakın size bununla alakalı ne anlatacağım?
- Buyurun Hocam!
- Bu hadise olduktan sonra o haftanın içinde bir Cuma akşamıydı galiba. Kar yağıyor. “Tipi boran” derler ya o çeşitten bir hava var. Akşam namazına gittim, koşa koşa eve geldim. Baktım, dış kapı açık, tam avluda da bir ihtiyar bekliyor. “Hayırdır, ne istiyorsunuz bu saatte burada?” deyince, adam gülümsedi. Bembeyaz inci gibi dişleri göründü. İçimden de diyorum ki; “Hele şu ihtiyara bak! On beş yaşındaki gencin dişlerine sahip…” Cevap vermeyince. “Misafirliğe geldiyseniz içeri buyurun dede…” dedim. O ise yine gülerek; “Oğul, biraz bir şeyler ver gideyim…” dedi, ben de ikiletmedim. Gittim ambardan büyük bir kap un doldurdum, geldim.” Torban, çuvalın var mı?” dedim. O da; “Dağarcığım var…” dedi. Yeni yapılmış bir dağarcık çıkardı, ağzını açtı. Getirdiğim unu doldurdum. Elimle de bastırdım. “Afiyet olsun dede…” O da “Cenâb-ı Allah bereketini versin, sıkıntılarını def-ü ref eylesin oğul…” deyip gülümseyince, yine inci gibi dişleri dikkatimi çekti. “Dede Allah aşkına doğru söyle, kaç yaşındasın ki inci gibi dişlerin var?” o da “Altmış, yetmiş…” diye bir rakam söyleyince…” Dünyada olmaz! Kolay kolay bırakmam, aç ağzını bakacağım! Altmış yetmiş yaşındaki adamın dişleri böyle olur mu?” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.