Aslında ailem, öyle benim gibi; bizim çocukların jargonuyla “zıpır" da değildi. Onları, ne diller dökerek hizaya getirdim...
Bir gün arkadaşımın biri "Mahallemizde cami daha çok..." demiş, yakınmıştı. Ben de “Hayır! Bizim gidebileceğimiz modern mekânlar daha fazla…” demiş, bu iddia üzerine hiç üşenmeden onunla mahallemizdeki cami ve dediğim yerleri tek tek saymaya çıkmıştık. Gözümüzde büyüttüğümüz çok gördüğümüz cami ve mescitler diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar azdı, hatta hiç mesabesindeydi. Tabii ki ben haklı çıkmıştım… Gençlerin gittiği mekânlar yirmi, ihtiyarların bazılarının gittiği ibadet yerleri ise topu topu iki adetti. Biri minareli bir cami diğeri de bir apartmanın bodrum katında küçük mescit... Oysa meyhane, birahane, kahvehane, kafeterya, müzikhol, bar, pavyon, türkü evleri sıra sıraydı. Neredeyse her sokakta birinden veya hepsinden birkaçı yan yana sıralanıyordu. En sonunda “Camiler az ama minarelerden dolayı baskın görünüyorlar…” deyip kestirip atmıştık.
Sınıfımızda isimleri Ayşe, Ömer, Osman, Ahmet, Mehmet, Fadime olan ne kadar erkek ve kız varsa hepsi de köyden ve dar muhitlerden gelmiş kapıcı, işçi, diğer bir ifadeyle; fukara amele çocuklarıydı. Onlar da aileleri gibi, korkak, ürkek, oldukça sünepeydiler. Zaten adam yerine bile koymazdık. “Dağlı bu vahşi yaratıklar, ışıltılı hayatı, aramızda insanca yaşamayı öğrenebilirlerse ne âlâ... öğrenemeyip ayak uyduramazlarsa kendi dar dünyaları içinde, ahiret korkusuyla kıvranıp duracaklardı…” diye düşünüyor, hep acıyorduk da.
Aslında ailem, öyle benim gibi; bizim çocukların jargonuyla “zıpır" da değildi. Onları, ne diller dökerek hizaya getirdim, anlatsam destan olur. O taraf şimdilik kalsın. Kısacası benim ve müstakbel hayat arkadaşım olacak Sevgili Tanju’mun da dönüşü olmayan bir yolda olduğumuz hakikatti. Anlayacağınız; gözümüz iyice kararmıştı. Ah! Ne kadar “ah" çeksem de nafile! “Kendim ettim, kendim buldum…” diyordum ama neye yarardı ki? İş işten geçtikten sonra!
Karadır bu bahtım kara,
Sözüm kâr etmiyor yara!
Yüreğimi yaktı nara!
Eyvah, eyvah, eyvah ey!
Kendim ettim, kendim buldum!
Gül gibi sarardım soldum!
Eyvah, eyvah, ey!
***
Derler ki; “İnsan, bir gözlerine dolanı, bir de yüreğinde kördüğüm olanı anlatamazmış…” Ben başımdan geçenleri delikanlıca anlatacağım! Anlatacağım ki yaşadıklarımı duyanlar ibret alsın, akıllarını başlarına toplasınlar. Tabii nasipleri varsa ve de becerebilirlerse…
“Hey Jale! Size sesleniyorum! Beni iyi dinleyin!” Can'ın sesiyle kendime geldim. Tanju’nun çekim sahasından, tesirinden çıkmanın verdiği rahatlıkla mı ne derin bir nefes aldım. Kalbimin göğüs kafesimden çıkmak ister gibi çarpması canımı acıtıyordu. Hakikaten o ipe sapa gelmez, hiçbir kaba ve kalıba sığmaz “aşk” denilen şey, böyle bir şey miydi? Sadece adını bildiğim, boyunu posunu görüp heveslendiğim ve ailesinin ne iş yaptığını sormak dahi istemediğim adama şartsız itimat edip heyecanlanmanın adı mıydı aşk? Öyleyse ben bu illete çoktan tutulmuş “aşk" denilen “mikrop”u kapmıştım. Hem de enfeksiyon hızla ilerliyordu!.. DEVAMI YARIN