Gecenin sessizliğinde ve sakinliği içerisinde Hayriye Hanımın sobaya attığı birkaç kozalak ile tezek parçası, yeniden tutuşmuştu.
Kehtikli Hasan Baba:
- Peki hürmet ve edep nedir? Onu üzmemektir. Bir insan, Allah’ın düşmanı olan nefsini memnun etmek için, Allah’ın dostu olan din kardeşini nasıl kırar? Allah’tan korkmalı! Müslüman azizdir. İkincisi; mütevâzı yani alçak gönüllüdür. Çünkü Allahü teâlâ, alçak gönüllü olanları sever. Allahü teâlânın sevdiklerini kulları da sever…
Olgunlaşmış ekini,
Biçecek olan gelsin!
Bu aşkın şerbetini,
İçecek olan gelsin!
Almış ise tadını,
Bırakıp inadını
Açarak kanadını,
Uçacak olan gelsin!
Dost bağının gülüyüm,
Gülümün bülbülüyüm,
Kapının kilidiyim,
Açacak olan gelsin!
Bilen gerçek korkuyu,
Alan güzel kokuyu,
Kıldan ince köprüyü,
Geçecek olan gelsin!
Yunus’un yaman hâli,
Bu işin çok vebali,
Haram ile helâli
Seçecek olan gelsin!
***
Ne yaptı ne ettiyse bir türlü uyuyamadı. Gönül sultanı hocasını düşündü. O aklına gelince bir harikuladelik yaşayacağını çok tecrübe etmişti. “Bir durum var ama ne?” dedi, kalktı, abdest aldı, Kur’ân-ı kerîm okumaya başladı… Biraz rahatlasa da “sadakallahül azim…” dedi, Mushaf-ı şerifi dolabına koyup pencereye geçti.
Hocasının o müşfik sözleri hâlâ kulaklarında çınlıyordu:
“Sen bizim rüyamız, devâmız, duâmızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun. Zümrüd-ü Anka’nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun da bahtın da ebediyete kadar açık olsun oğul…”
Alaca karanlık gecenin sessizliğinde ve sakinliği içerisinde Hayriye Hanımın sobaya attığı birkaç kozalak ile tezek parçası, yeniden tutuşmuştu. Çıkan o ses, o yumuşak, o sımsıcak homurtu, sobanın kendine hastı, başka bir yerde görülmez ve duyulmazdı. Gönüle hoş gelen o yanan odunların çıtırtısı, tavana vuran ateşlerin çıkardığı ışık oyunları, insana tarifsiz bir haz veriyor, ay ışığının aydınlattığı köyün damlarına baktıkça Lütfü Hocayı alıp alıp Aha’ya, askere, Hoşov’a, Keçesor’a, Verintap’a ve bütün maziye götürüyordu elinde olmadan.
***
Biri var seni yapmış başına taç,
Yanına gelecek, kalk kapını aç.
Sıkı tut elinden bırakma sakın!
O sana değil; sensin, ona muhtaç.
Mücadelelerle dolu Koçkans’taki iki senenin hülasasını becerip bir türlü yatamıyordu kafasını toplayıp da. Küçücük odasının içinden dışarıyı seyrederken sebebini bilemediği hisler içinde, neler aklına gelmiyordu ki? “Kör şeytan düş yakamdan!” dedi, gözlerini kapadı. Kapatsa da, açsa da sevdikleri onunlaydı sanki. Ne yaptı ne ettiyse bir türlü uykusu da gelmiyordu Lütfü Hocanın. Gönlünün sultanları, Hasan Baba’yı, Alvarlı Efe’yi düşündü. Gördüğü rüyaları, Erzurum’a gidişi, bilmediği adreslerin peşi sıra çocukça koşturmaları, daha dün gibiydi hafızasında. O mübareklerle ilk göz göze gelişini, kalbine bir kor düşüp tutuşmasını, ilk duyduğu cümleleri:
“Ben sana onbaşı rütbesi taktım Hafız…” ve “Seni sevdim Hafız Efendi…” DEVAMI YARIN