Yol üzerindeki bir kahvede tanıdıklarıyla çay içti. Evlerinde çok rahat ettiği Aysen Bibisine uğradı. Okuduğu bir hatmin duâsını yapıp bir çay da burada içti hemen müsaade istedi. “Hüsna Anacığın olmasaydı bırakmazdık…” dendi, uğurlandı.
İd’den Aha’ya kadar yol düz sayılırdı. Doru atına atlayıp hafif dehleyince, tatlı bir rahvanla kanatlanıyordu sanki. Ne hoş bir hayvandı. Ortanca kardeşi Osman’ın kayınpederi Hoşovlu Mehmet Çavuştan almıştı. Satın aldıklarında çok zayıf olduğundan, “Bundan binek hayvanı olmaz…” demişlerse de biraz besleyince maharetleri ortaya çıkmış, pek memnun kalmışlardı. Kaç senedir öyle alışmışlardı ki, evin her şeyi, göz bebeğiydi. Çocuklar binseydi, ya da hanımlar, ihtiyarlar... kendini onlara göre ayarlar, düşmemeleri için ne lazımsa onu yapardı Doru at. Onun için olsa gerek Lütfü Hoca, “Sanki akıllı...” derdi. Hatta ölünceye kadar da hiç evden çıkarmayacaklardı.
Pertivan’ın önüne gelince, “Kim bilsin ne zamandan beri yolculara hizmet veriyor...” dediği, su hayratını gördü. “Ne güzel ananelerimiz var. ‘Garip gureba susuz kalmasın’ diye düşünmüşler. Ecdat çok büyük çok! Bir su içeyim...” dedi, indi. Taş kurnanın yanı başında asılı duran teneke kutulardan yapılmış maşrapayı aldı su doldurdu, abdestini tazeledi, kana kana içti, serinledi. Atına da içirdi. “Akşam namazına cemaate yetişeyim” diye düşünerek, yeniden “Bismillah…” çekti, bindi, dehledi. Ufak bir mahmuzlamada doludizgin uçuyordu sanki doru at…
Arkadan gelen köylüler, el kol hareketleri yapıyorlardı ama tam anlamıyordu ne demek istediklerini. Kendi kendine, “Dur beraber gidelim… diyorlar herhâlde ama kusura bakmayın bu düzlükte duramam!” dedi, yeniden dehledi. Ne zamandır böyle keyifle sürmemişti doru tayı. Atı da sanki yol istiyordu… Rüzgâr gibi esti. Uzun zamandır böyle koşturulmadığından, âdeta kanatlanmıştı. İlk viraja gelmeden at, “zınk” diye birden duruverdi. Eyerin kaşından tam ve sağlam tutmasaydı az daha tepetaklak düşüverecekti. Bir de ne görsün? Tam gırtlağına gelecek yerde telgraf teli, oldukça gergin bir vaziyette, sanki hususi yapılmış bir bubi tuzağı gibi uzanıyordu. Allah muhafaza! O süratle at devam etseydi, çenesinin altından giren çelik tel, başını vücudundan koparabilirdi. Koparmazsa da sırtüstü şoseye çakılıp yine feci bir akıbetle karşılaşabilirdi. Daha başka ihtimaller de vardı ama bu ikisi pek yüksekti. Her halükârda neticesi korkunçtu.
Lütfü Hocaya bu hadiseyi sorduğumuzda, bakın nasıl anlattı:
“Ben bugünkü gibi hiç hissetmedim acz içinde olduğumu. İliklerime işledi sanki. Tepeden tırnağa canım yandı. Hem de çok ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bir dikkatsizlik yüzünden veya tedbirsizlik diyelim ne acılar çekecektik durduk yere. Olabilecekleri düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum! Düşünebiliyor musun? Bir an varsın, arkadaşlarınla, ailenle, sevdiklerinle berabersin belki, bir anda bakıyorsun ve artık yoksun! DEVAMI YARIN