Nerede acı çeken birini görsem hep içim yanar

A -
A +
Bir gün sabah erkenden kalktım; anacığımın yanına koştum, pek kederliydi. Sessizce ağlıyordu.
 
Yaz sıcaklarında kavak ve söğüt ağaçlarının altı ne serin olurdu! İnsanların, kırlardan kendisine kadar gelemeyen güzel kokularını içlerine çekmek için burun deliklerini genişlettiğini sanıyordum.
Bir gün sabah erkenden kalktım; anacığımın yanına koştum, pek kederliydi. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşları âdeta sel olmuştu. Onu öyle görünce ben de ağlamaya başladım. Her nedense hep öyle olurdum. -Sanki şimdi öyle değilmişim de!- Nerede acı çeken birini görsem hep içim yanar. Kuddusi ismindeki en küçük kardeşimiz hâlsiz, uzatmış bir çulun üzerine çaresiz bakıp bakıp ağlıyor. Bütün vücudu kızarıklıklarla doluydu. Zayıflamış, boyu uzundu, iyice uzun görünüyordu, yüzünde hüzünlü bir mana; şekilden şekle giriyordu yavrucak. Beni de kapı önünde ağlarken görünce anacığım “Bu uşağa da ne olmuş?” diye bir feryat etti ki sormayın! Fena korktum, olduğum yere çömeldim. Sesine Hüsna Ninem koşarak geldi.
- Kız ne var Hayriye?
- Ne olacak ana baksana bu uşakların hâline! Bu yatakta, o ayakta…
- Vah vah!
“Bu balalarıma ne olmuş?” deyip telâşlanınca bende de bir şeylerin olduğunu anladım ama ne olduğunu bilemiyordum hâlâ. Meğer yüzüm yara dökmüşmüş haberim yok. Evde ayna mı var ki sık sık yüzümüze bakalım. Bir durgun suyun kenarına gittiğimizde görürdük kendimizi.
O gün anacığım bir taraftan, ninem bir taraftan bizlerle uğraştılar. Yaralar iyi olacak yerde gittikçe çoğalıyordu. Kollarım, ayaklarım ve de yüzüm önce kızardı, sonra sulandı, bilahare de kabuk tuttu, köylülerimizin ifadesiyle “kos bağladı” yaralar. Benim ağrım sızım yoktu. Yoktu ama utangaçtım, bundan sonra insanların içine hiç çıkamadım…
Akrabaların biri gidiyor, diğeri geliyordu. Ah edenler, babama kızanlar;
“Okuyacakmış! Hiç olacak şey mi? Sen çoluk çocuğunu bir göz odaya tıka… git, İstanbullarda okuma adına keyfine bak! Bir gelin, dört çocuk da ölsünler! Umurunda değil! Bir de hoca olacakmış!” Daha neler neler duymuyordum ki. Anacığım ise beyine atılan laflardan pek memnun olmuyordu. Ne kadar müdafaa etse de nafileydi. Kimse bu durumu kabullenemiyor, bizlerin perişan hâlini gördükçe de iyice kızıyorlardı babacığıma. Ortada iki çocuk yaralar içinde kıvranıyor, diğerleri de yakalanırsa vay bu kadının hâlineydi.
Bir sabah yaralı hâlimle, kapımızın önünde durmadan akan çeşmenin başına gittim. Güya elimi, yüzümü yıkayacağım ne mümkün. Baktım birkaç öküz ve inekle; pehlivan yapılı bir köylümüz bana doğru geliyor. Belli ki hayvanlarını su içirmeye getiriyor. Ona bu şekilde görünmemek için hemen uzaklaştım, çeşmeyle bizim evleri ayıran büyükçe taşlarla yapılmış duvarın arkasına geçtim, gizlendim. Ara sıra başımı uzatıp gelene bakıyordum. Benim bu garip hâlimden olacak ürken hayvanlar, kaçarak sağa sola dağıldılar, artık su içmeye yaklaşmıyorlardı. Bunları getiren, benden en az beş altı yaş büyük delikanlı, hayvanların neden ürktüğünü merak etmiş olmalı ki duvara yaklaştı, benim kabuk bağlamış yüzümü görünce; “Hayvanlarımı ürküttün seni döveceğim” der gibi elindeki sopayı gösterdi. Tabana kuvvet kaçtım. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.