"Vuruyorum işte! Hayvan da bizim, el de, sopa da. Çekil aradan yoksa!.."
Geh kalbini boş eyler!
Geh hulkunu hoş eyler!
Geh ‘ışkına dûş eyler!
Mevlâ görelim neyler?
Neylerse güzel eyler…
Ne kadar yalnızlık, gariplik içinde olsa da derslerle uğraşmayı, medrese ve dergâh hayatını pek seviyordu İbrahim. Öğrendikçe açılıyor, açıldıkça da yeni yeni malumatlar edinme isteği artıyordu. Günlerce aç, susuz kalmış gibi ilme, öğrenmeye doymuyordu.
Vazifesi icabı kuzuları otlatmayı da seviyordu, hocasının ifadesiyle; küçük Molla İbrahim. Dolaylı olarak, istemeden bir müddet medreseden uzaklaşmış gibi görünse de o hâl geçiciydi. Kuzu çobanlığı vazifesi demek ki; bilinerek ve düşünülerek verilmişti. Yoksa hepten dört duvar arasında kalacak; günlerce, belki de haftalarca gün yüzünü görmeyecekti.
Kuzuları önüne katınca ayrı bir İbrahim Hakkı oluyordu. İlk fırsatta kendini tabiatın kucağına atıyor, çimenlerin üzerinde keyifle dolaşıyordu. Bu fâni dünyada tek bir ömre sığamayacak kadar fazla güzellikler vardı hiç şüphesiz… İnsanlar bu şahane güzelliklerin kıymetini bilmeyip sıradan yerleri gezip tozsalar da tabiatla baş başa kalmak bambaşkaydı İbrahim’e göre. Hiçbir insan kuvveti kullanılmadan oluşan bu harikalar üzerinde yaşamak ayrı bir nimetti. Düşünen, tefekkür edebilenler için inanılmaz sırlar, keşifler, tecrübeler yeriydi. İçlerinde sakladıkları etkileyici hikâyeleri muhafaza eden ve görenleri hayretten hayrete düşüren bu güzellikleri; doğru okumak, tam anlamak, insanların istifadesine takdim etmek de lazımdı.
“Ne duruyoruz haydi keşfetmeye başlayalım” diye içinden geçiriyordu ki bir çocuğun otlattığı hayvanlardan birine sopa ile şiddetle vurduğunu, sövüp saydığını gördü, içi “cız” etti. Gayriihtiyari İbrahim, hayvanlara eziyet eden çocuk çobanın yanına koştu, önüne geçti:
- Hey! Ne yapıyorsun o zavallı hayvana?
- Çekil önümden; yoksa sana vururum bu sopayı! deyip İbrahim’i itekledi, kuzuyu var gücüyle dövmeye başladı.
- Al sana! Al al!
- Heyy sana diyorum, niçin dövüyorsun?
- Git başımdan! Şimdi hesap mı vereceğim sana!
- Niçin dövüyorsun dedim? O zavallı hayvan, ağzı var, dili yok!
- Sen karışma! Hayvan bizim, istediğimi yaparım!
- Bırak onu! O da senin gibi, benim gibi can taşıyor! Baksana canı yanıyor! O da Allahü teâlânın bir mahluku. Ne olur vurma!
İbrahim çocuğa âdeta yalvarıyor, rica ediyordu. O inadına inadına hayvancağıza vuruyordu. Gördükleri karşısında pek kederlenmişti. Kuzucuklarıyla birlikte ve yalnız başına kırda geçirdiği ender günlerden biriydi bugün; pek sevinmiş, mesut olmuştu güya. Bu huzuru, yarıda kalmıştı maalesef. Küçük çobanın yanına iyice sokulan İbrahim:
- Bunu bana bağışla ne olursun! Vurma, üzülüyorum!
- Vuruyorum işte! Hayvan da bizim, el de, sopa da. Çekil aradan yoksa sana da vururum!
- Madem canın dayak atmak istiyor, öyleyse bana vur! Onu bırak lütfen!
- Sen istedin! Al bakalım! Al! Al! Çok bilmiş! Al! DEVAMI YARIN