Yeri geldiğinde ağlar, bazen de çaresizliklerime gülerdim. Bu yüzden olsa gerek adım “DELİYE” çıkmıştı...
MİRAS KALAN ALTINLAR...
Bağdat sokaklarında yürüyordum hep ÖLÜMÜ ve AHİRETİ düşünerek. Kızgın ve insanı yakan güneşin altında terleyecek yerde aksine, üşüyormuşum gibi titriyordum. Açık havada nefes alamıyor, görünmez bir yaranın devamlı kanadığını hissediyordum içimde. Bana gelip “çok sevdiğin biri öldüğünde, içinde kırk çıra alev alır, durmadan yanar, her gün biri söner ve sonuncusu asla sönmez...” diyenlerin doğru söylemediğini, aksine çıraların gittikçe arttığını bilmek kadar acı veren bir şey yoktu.
Alevlerle kaplı bir kalbe sahip olduğumu anlatsam da bu devrin dünyaya düşkün insanları anlamazdı. Bunun için derdimi kimseye açmadan içimde yaşar; yeri geldiğinde ağlar, bazen de çaresizliklerime gülerdim. Bu yüzden olsa gerek adım “DELİYE” çıkmıştı. Olsun, ben deliliğimden razıydım. Ölüm, pek çoklarından köşe bucak saklanıp içimde hissettiğim acıydı. Hayatımda derin iz bırakan, kalbimi yakıp kavuran ölüm hakikati kadar beni benden alıp götüren, dengemi altüst edecek kadar sarsan başka bir şey olmamıştı.
Binbir düşünceyle, nefsimle cebelleşerek geçtiğim sokağın bir köşesinde gençlerin, kendi aralarında sohbet ettiğini gördüm. Tam selâm vermeye hazırlanıyordum ki benden bahsetmeye başladılar, gayriihtiyari sustum:
- Çekilin yoldan, Behlül Dânâ geliyor!
- Niçin çekilecekmişim? O yürüyen mevta!
- Nasıl da omuzları düşmüş, vah zavallı!
- Hiç gün görmedi garibim!
- Harun Reşid ile iki maşuk gibilermiş!
- Bir yel esse savrulacak gibi!
- Zayıf diye öyle deme! O Allah adamı! Hep ahiretini düşünür!
- Kim düşünmüyor ki?
- Öyle ya herkes düşünür de onun gibi dert eden az!
- Bu adama nazar değdi nazar! Adım gibi biliyorum. Herkesin dilinde. Harun Reşid halifemizle nasıl da samimiler?
- Yiyecek ekmeği, içecek suları ayrı gitmiyormuş.
- Siz de iyice büyüttünüz! Biri Divane öbürü Sultan! Ne kadar bir arada olacaklar ki, iki zıt insan?
- Belki böyle olması daha iyi. Duâsını almaya bakalım biz!
- Bize kızarsa iflah olmayız!
- Şom ağızlılar ne olacak!
- Haklısın! Fazla ileri gittik galiba!
- Can çıkmadan kabir kazmaya ne kadar da hevesliymiş meğer!
- Yaşayan ölü!
- Ona ne olacak? Halife kazanıyor o da yiyor! Sonra da kabirde git uyu!
- Susun duyacak adam! Onunki ona yeter, bir de biz ilave etmeyelim!
- Yeter ya! Bakın ağlıyor adamcağız! İyice deli edeceğiz söylene söylene!
- Hı!
Duyduklarıma aldırmasam da bir yerlerimi acıtıyordu her bir cümle. Ne de olsa nefis denilen bir heyula taşıyorduk içimizde. Sanki gökyüzü gibiydi yüzüm; bazen kara bulutlarla kaplanırdı, bazen pamuk gibi ak pak olurdum. Koyu kurşuni bulutlanma anında endişeye kapılır, o hâlin soğuk iklime, kara, fırtınaya ve hatta doluya dönüşmesinden korkardım. İşte o denilenlerin hiçbirine fırsat vermemiş, her zemin ve her yerde, akla gelebilecek herkese hep baharı yaşamış ve de yaşatmıştım elimden geldiğince. Bu gençlerden mi esirgeyecektim fedakârlığımı? DEVAMI YARIN