Kızılderili’nin bu pişkince hareketleri, ondan intikam almak isteyen Amerikalıyı iyice çileden çıkarıyor, fena öfkelendiriyor. Neredeyse deli olacak! Bu hissiyatla tezgâhın üzerine eğilip kasadakine, yalnız onun duyacağı bir ses tonuyla soruyor: “O Kızılderili adamın nesi var? Kendisi hariç buradaki herkes için yiyecek ve içecek ısmarladım, ona almadığım için normalde bana kızması lazımdı. Kızmak yerine o köşesinde keyifle oturup bana gülümsüyor ve üstelik utanmadan da ‘Teşekkürler’ edip memnuniyetini bildiriyor. Yoksa deli mi ne?”
Kasiyer, Amerikalıya gülümseyerek ne dese iyi? “Hayır mösyö, deli değil! Patron, bu restoranın sahibi! O memnun olmasın da kim olsun?”
Bu hikâyenin sonuna şöyle bir de kısa not koymuş yazan:
“Aklınızı kullanırsanız düşmanlarınız bile farkında olmadan sizin lehinize çalışır... Öfkeden uzak durun… fena acıtır!..”
Eğer yanılıyorsan, sinirlenmene lüzum yok!
Yok eğer haklıysan da zaten kızmana lüzum yok!
“Her sırrımızı ifşa etme!” diyen Tanju’ya ben de dedim ki: “Dünyada tek ve örnek olmamızı istiyorsanız ben bu yaşadıklarımızı adil olarak yazmak mecburiyetindeyim. Lütfen bana yardımcı olun!” Tanju, bu yükün büyüklüğünün altında kendini küçücük hissetmeye başlamıştı galiba. İnsanı yüreklendiren hikâyelere ne kadar da çok ihtiyacı vardı. “Katılıyorum, haklıymışsın, özür dilerim! Sana sonsuz kere sonsuz itimat ediyorum. Niyet halis olduktan sonra istediğini, dilediğin gibi yazabilirsin…” deyince ben de kaldığım yerden yeniden başladım yazmaya…
***
Hesabını vermekten korktuğum günlerim sayılmayacak kadar çok oldu. Karabasan gibi üzerime çullanan o gidip de bir daha geri gelmeyesice günler, vicdanımı lekeleyen bir mazi olarak gözümün önünde hep dipdiri duracak ve beni kahredecekti ölünceye kadar.
İnsanlarla olan münasebetlerimde ne hissettiysem onu söyledim, onu yaşadım ama doğru olup olmadığını hiç hesaba katmadım, katmaya bile fırsat bulamadım. Yaşadığım bütün hatıralarım pişmanlıklarla dolu. “İyi ki bunu da yapmışım…” diyebileceğim şey neredeyse yok gibi. Gençliğim pişmanlık, ah vah etmekle ve keşkelerimle beni yakıp kavuruyor.
Hiçbir zaman kendi kendimle vicdan muhasebesi yapmadım, muhakeme etmedim. Karşıma bazen hakiki yüzler, bazen sahteler çıktı ama ben aklımla vicdanımla değil, hislerimle hareket ettim, nefsimin istediği gibi yaşadım sadece. Ahir ve akıbetimi düşünecek hâlim yoktu o zamanlar.
Akıl, vicdan, inançlar devre dışı kalınca geriye kocaman bir NEFİS denilen canavar kalıyordu. O da ne yapacağını, nereye götüreceğini biliyordu. Sadece aklım şaşırıyor, çaresiz kalıyordu. Yeri geliyor sevmediği birine “Seni seviyorum...” sevdiği birine “Seni sevmiyorum!” diyebiliyor maalesef!
O ışıltılı görünen dünyada her şey karmakarışıktı. İnsan severken menfaat bekler mi? Nefis iradene hâkim olunca bal gibi bekliyorsun. Çünkü doğru miyarım yoktu.
DEVAMI YARIN