Hayatının en mühim kırılma noktalarından biri bu şekilde başlamış İstanbul’un Davutpaşa Cami-i şerifinde…
İki Erzurumlu kol kola mağazadan içeri girdi. Boyuna, bedenine, yaşına ve bilhassa mesleğine münasip bir takım elbise, iki takım iç çamaşırı, gömlek, çorap ayakkabı bir de ince bir pardösü alıp çıktılar. Hiç beklemeden yürüme mesafesindeki bir hamama girdiler. Kaç gündür kara trenin vagonlarında ise bulanmış gibiydi Hafız Lütfü. Güzel bir keselendi ve yeni elbiselerini giyinip dışarı çıktığında hamamın avlusundaki aynada kendini gören babacığım, pek şaşırmış. “Elbise de insanı ne kadar değiştiriyormuş” deyip Hafız’a teşekkür etmiş. O da alıp kursa götürmeden bir de berbere uğramışlar. Saçını, sakalını da muntazam kesmiş tıraş etmişler. Günlerce tren yolculuğu hem kirletmiş, hem de saç sakal birbirine karışacak şekilde uzamışmış…
***
Kurstan içeri girince bütün talebeler ayağa kalkmış. Yaşça büyük ve sakallı biri; ya iş adamı, ya bir din adamı diye düşünülürmüş burada. Tam o esnada Zimmet Hafız babamı tanıtmış; yarı kalmış tahsilini tamamlamaya geldiğini, ilk hocası olduğunu, burada kalacağını söylemiş kendi ranzasını da babacığıma tahsis etmiş. Babam o günleri anlatırken sanki yeniden yaşıyormuş gibi hislenir, Zimmet Hafıza da içten duâlar ederdi…
Hayatının en mühim kırılma noktalarından biri bu şekilde başlamış İstanbul’un Davutpaşa Cami-i şerifinde…
Kurs hocasına anlatmışlar o da kursiyerlerin listesini yeniden tanzim ederken en başa babacığımın ismini yazmış. Bir, iki gün sonra ders almak için huzura çıkmışlar. Asıl hocaları, Mustafa Sak Hocaefendi izinliymiş onun yerine başka biri vazifelendirilmiş. Talebeler, ders alma, ders verme düzenini almışlar. Hocaefendi de yerine geçmiş, oturmuş. Babacığım o günü hiç unutamıyor, şöyle anlatıyordu:
“Kurs hocası gayet ciddi bir adamdı. Gelip yerini alınca, ilkin benim ismimi okudu. ‘Lütfü Efendi! Oku bakalım’ deyince hiç tereddüt etmeden E’ûzü-Besmele çektim. Çektim ama talebelerin arasındaki kıs kıs gülüşmeyi de duydum. Hoca dişlerini sıktı, kimseye de bir şey demiyordu. Birinci cüzden bir iki sayfa okudum. Hoca sadece dinlemekle iktifa etti. ‘Sadakallahül azim’ dedi. ‘Bugünlük bu kadar kâfi. Ben işaret koydum. Mustafa Hocanız gelince onunla devam edersiniz’ dedi, ikinci talebeyi çağırdı…
Hafız Osman, bir E’ûzü... çekti ki aman Allah’ım! Benimkine niçin müdahale etmediğini daha iyi anladım. Adam hangi birini düzeltecekti. Baştan sona kadar yanlış okumuşum meğer.
Talebeler, okudukça hoca onları düzeltiyordu. Saatler sürdü, ben başımı öne eğdim, bir suçlu gibi sadece dinledim. Yüzüm utancımdan kıpkırmızı kesilmişti. Öğlen namazına yakın talim tamamlandı. Dışarı çıktım ama çıkmaz olaydım, ben bende değildim!
Hâlime acıyan İzmirli Osman, koluma girdi. Beni teselli etti dili döndüğünce. ‘Gör bak sen hepimizden daha iyi okuyacaksın. Bu iş ceht etme, gayret işi. O da sende fazlasıyla var Lütfü. Sakın pes etme…’ diyerek bana güç kuvvet verdi. DEVAMI YARIN