Nice hatıralar, hisler içinde Bağdat’a geldiğim ilk gece evinde yüz yüze kaldığım tüccara gittim. Odaya girdiğimde onu uyurken buldum.
O gün gözlerimin, biraz uzağımdaki çocuklara ve onlardan çakan şimşeklere takılıp kaldığını fark ettim. Rahmet sesi yakınlarda bir yerlerdeydi diye düşündüm. Endişelerimden sıyrılıp saf, tertemiz, günahsız sabilere sıcacık gülümseyiverdim bütün kalbimle. Onlar da aynı sıcaklıkta gülümsediler bana! Kara bulutlar aniden dağılıvermiş, muhteşem bir ebemkuşağı çıkmıştı ortaya. Hocalarımı saymazsak daha önce gülüşünden allı, morlu pırıl pırıl renklerin yayıldığı birilerini hiç görmemiştim. Sonraki günlerde de o masumlara her tebessüm ettiğimde aynı sımsıcak renkleri görür, gözlerimi alamazdım. Hiç kaybolmasını istemezdim bu muhteşem canlı, sımsıcak bakışların. Ebemkuşağı, yağmurlu havalarda altın rengi güneşi görünce çıkardı. Ben de gökyüzünde her an herkesi ısıtan güneş gibi olmaya karar vermiştim, Harun Reşid halifemizin ise batmayan güneşi...
Nice hatıralar, hisler içinde Bağdat’a geldiğim ilk gece evinde yüz yüze kaldığım adama gittim. Odaya girdiğimde ihtiyar tüccarı uyurken buldum. Sanki yatakla aynı seviyeye gelmişti. Oldukça hareketsizdi. Üzerinde yorgan vardı ama ilk bakışta yorganın altında birinin olduğunu anlamak kolay olmuyordu. Senelerin yorgunluğu, o pehlivan bedenini eritmemişti de birkaç haftalık dert, mum gibi bitirmeye yetmiş, artmıştı bile. Hastalığı, neredeyse bir yorgan inceliği hâline getirmişti adamcağızı. Başı devamlı surette yandaki duvara çevriliydi. Herkesin gördüğü ile onun gördüğünün aynı olmadığı aşikârdı. Ara sıra, incecik derisinin altından damarları dışarı çıkacak gibi duran ellerini, sanki bir şeye uzanıyormuş gibi yukarı kaldırmaya çalışıyor. Sorulmazsa, hiç konuşmuyordu. Ağzından kendiliğinden çıkan tek kelime ise su idi. “Yandım! Birazcık su…” O kadar ağır hasta olunca insan, ne yapardı? Acaba yatakta geçen günlerinde en çok neleri düşünüyordu? Hangi hatıralarını yaşıyordu? Bunları fersiz gözlerine bakarak anlamak imkânsızdı.
Bağdat’ın ticaretle uğraşan en zenginiydi güya. Parasını, malını mülkünü “say" deselerdi, sayıp bitiremezdi. Şimdi ölüm döşeğinde can derdine düşmüştü. Bir ömür verip topladıkları, pek yakında vârislerin eline geçecekti. Uğruna ne tehlikelere girdiği malı, onu kurtarmaya yetmediği gibi öyle bir ışık da görünmüyordu. Bu adamın tek kârı; fakir fukaraya yaptığı yardımlarıydı. Çok defa zarda zorda kalanların imdadına yetişmişti. Şimdi de ummadığı yerlerden birileri onun imdadına koşacaktı. Bunda kimsenin şüphesi yoktu.
O muhtaçlara sadaka verdikçe tabii olarak serveti daha da arttı, dolup taştı. Hayat boyu yiyip içip gezmiş oğulları ise har vurup harman savurmaya hazırlanıyordu. Ne ticarette hünerleri vardı, ne çalışma heyecanları, ne ter dökmeye niyetliydiler ve ne de kalpleri onunki kadar şefkatle doluydu. Tecrübeyle sabitti. Onların bu tutumları, kötü idareleri telafisi zor ve büyük zararlara yol açacak görünüyordu. Daha şimdiden alâmetleri görülmeye başlamıştı bile.
DEVAMI YARIN