Otobüse binerken ummadıkları bir şeyle karşılaştılar!..

A -
A +

Kırk üç yaşını artık gerilerde bırakmıştı Hacı Lütfü Hoca. Kaç senedir Sütpınar dışına çıkmamıştı? Tabiri caizse dört duvarın arasında dönüp duruyordu. Ama zihni hiçbir zaman bu kadar açık ve hür, ruhu bu kadar sakin, olduğunca derin sırlarını ele verir olmamıştı.

 

Buraya geliş maksadı belliydi, o büyük hedefiyse ki üstesinden bir tek kendisi gelebilirdi. İman ve ilim kuvvetinin üstünde hiçbir hakikat, manevi dünyasına gerçek ışık olmamış, nefsinden uzaklaşıp imanın hakikisine böylesine yaklaşmamıştı. İnsanlardan kimi hakikatin karşısında durmuş ve kamaşıp kör olmasın diye gözlerini kapamıştı. Kimi de kendini hakikatlerin yakıp kavuran ateşi içine atıp dünya için bir şey bırakmadan yok olup gitmişti. Oysa Hacı Lütfü Hoca, kendini buralara süren hislerine gittikçe hayranlık duyarak sadece susuyordu huzurla. Bundan sonra yedi başlı canavar misali nefsi, onu kıskıvrak sarıp sarmalayamayacak, esir edemeyecekti. Niyeti öyleydi ama muvaffak olup olmayacağından emin değildi. Çünkü nefse itimat edip güvenmek eşyanın tabiatına aykırıydı.

 

“Kalın bir kütle, uzak mesafeler, araya konanlar, çelikten bile olsa perde dediğin nedir ki?” diye düşünüyordu Hacı Lütfü Hoca. Oysa bakışlarıyla alabildiğine kalın bir zaman tabakasını, asırların ötesini tarıyordu O.

 

Bu ilkbahar sabahında yine o kendine sığınak olarak seçtiği “Allah’ın evi”ne doğru ilerliyordu. Bir yanını ta çatısına kadar asmaların kapladığı eski bir hamamı gerilerde bırakıp Cilvegözü Sınır Kapısına uzanan yola çıktı. Cami bu yol üzerinde, kabristanın hemen yanındaydı. Çiçeklikler, renk renk güller, nefis kokular saçıyordu. Ustaların elinden çıktığı her hâlinden belli olan şadırvanın çevresine dizilmiş pirinç oluklardan akan sular, tatlı bir şırıltıyla havuza dökülüyor, buna pencerelerin hemen üstünü yuva tutmuş kırlangıçların cıvıltıları karışıyordu.

 

Hacılar, ağır ağır dolaşıyor, iman, ibadet, hakikat, şeriatın sınırları, mukadderat üzerine kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Allah rızası için yapılmış caminin mütevazı avlusunda sonsuz bir huzur ve sükûnet hüküm sürüyordu.

 

Namazlar kılınıp otobüslerine döndüklerinde ummadıkları bir şeyle karşılaştılar.

 

İnsan boyunu aşan çay yığınları, uçmaya hazır karasineklerin üst üste yığılmış hâli gibi görünüyordu. Bu çay tanecikleri, kara ve küçücük sineklerin üstüne konan başka bir karasinek sürüsü gibi durmadan birbirinin üstüne iniyordu. Zaman zaman ortaya çıkan hafif bir rüzgâr, bu ince hafif karasinekleri, kondukları yerlerden alıp alıp hızla az ötedeki çukurlara savuruyordu.

 

Bütün hacılar, kendilerine yapılanlara boyun eğmiş, küskün kenara çekilmişler, mütevazı yerlerinde kıpırtısız duruyordu.

 

Otobüslerden alınarak aralıksız geniş boşluğa boşaltılan çay, hurma, kumaş desteleri, ne olduğu tam belli olmayan çeşitli hediyelikler, kucak kucak önlerinden geçti bir ara. İleride harman yeri gibi olan boşlukta kasırga misali hızlandı tenekelerle getirilen gazyağları dökülerek kaşla göz arasında ateşe verildi!.. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.