Sabır taşı hanımefendisi hâlâ kırgın mıydı acaba?

A -
A +
Dört gözle yolunu bekleyen kocaman ailesi şimdi ne durumdaydı? Ne bırakmıştı ve ne bulacaktı?
 
Bazı insanlar çok zor ağlarken, bazıları da çok kolay ağlardı. Kimi, yanık bir ilahi, acıklı bir hikâye dinlese veya acıklı bir film seyretse, herhangi bir sebepten dolayı gözünde bir hatırası canlansa ya da vefat etmiş, hasretini çektiği annesini, babasını sevdiklerini hatırlasa hemen ağlardı. Bu durumlara şahit olan insan; çok etkilenmese bile biri ağlarken gülmez, en azından susardı. Demek ki ağlama, kuvvetli bir silahtı herkes için. Hem de hüzünlü ve hürmet duyuran bir silah... ve onu çok kullananlar çıkardı her ortamda.
Nice hislerle gözyaşlarını silerek yatak odasına giren Hafız Lütfü, hep kederden ağlayacak değildi ya, şimdiyse sevinçten yaş döküyordu. Her bir inci tanesi, kızgın saca düşmüş gibi “cos” diye bir ses çıkarmıyorsa da öylesine insanı ferahlandırıyordu. Ağlamak olmasaydı belki insanlık olmayacaktı. İki seneye yakın verdiği ağır hayat mücadelesinin sonuna gelmişti…
Dört gözle yolunu bekleyen kocaman ailesi şimdi ne durumdaydı? Ne bırakmıştı ve ne bulacaktı? Çocukları tanıyabilecek miydi? Sabır taşı hanımefendisi hâlâ kırgın mıydı, yoksa hasta mı olmuştu da mektuplarda ondan hiç bahsetmiyorlardı? Ya anacığı, nasıl da elleri karıncalanana kadar duâ etmiş, yol gözlemişti! Kardeşleri, Osman iyi miydi, Ömer hafızlığını tamamlamış mıydı, Sevriye mesut muydu? Ya Abdullah, Hamdullah amcazadeleri ihtiyarladı mı, yaşıyorlar mıydı? Nusret, Tevfik, İbrahim, Mehmed gurbette miydiler yine? Gelinleri Yaşar, yeğenleri, eş, dost akrabaları, konu komşu bütün Ahalılar… İlk hocası Hafız Halil Efendi sağ mıydı, yoksa emr-i Hak mı acaba? Titmoçlu Samet Hoca hâlâ köyde miydi? Neler aklına gelmiyordu ki…
Nefsiyle amansız mücadelenin neticesinde; birincilikle ve “PEKİYİ” dereceyle aldığı diplomasına baktı. Mürekkep ve gülsuyu kokan bu rulo, onun hiç bitmeyecek sandığı kocaman iki senesinin meyvesiydi. O ağlamasın da ne yapsındı? Hem de İstanbul’un en kurra hocalarının ve seçkin bir cemaatin huzurunda tam not almak kolay olmasa gerekti.
Hafız Lütfü, cenazesinde dahi bulunamadığı babacığını düşündü. Onun birkaç kere ağladığına şahit olmuştu ve çok üzülmüştü. Hafızlık yaptığı çocuk denecek yaşta yaşadığı o korkulu anını şöyle anlatıyordu:
“Hafız Yusuf babamın ağladığına hayatımda çok az şahit oldum. Beş altı yaşında Hafız Halil Hocamın yanında okuyordum. Benden büyük Nuriye ablam, bir buçuk senelik evliyken lohusa üzerine ağır hastalandı. Bir yaz günüydü; Aha’daki evimizin avlusunda oturuyorduk. Kuru bir Erzurum sıcağı, ortalığı kasıp kavuruyordu. Dışarıda serçelerle cırcır böcekleri fasılasız ötüyordu. İlerideki Raziye Bibimlerin bacasında güvercinler birbirlerine kur yapıyor, dem çekiyordu. Sessiz, yalnız bir ağustos öğlesiydi. Komşular, çeşmede abdest alıyordu. Ben de minareye çıkıp ezan okuyacaktım ki yukarı mahalleden bir çocuk koşarak geldi. Anacığımın kulağına bir şey fısıldadı. “Ocağım söndü desene” diyen anacığım, bir çığlık attı ki sormayın! O acıklı ses hâlâ kulaklarımda. Yanında yalnızca ben ve dizinde salladığı Serviye kardeşim vardı. Fena korkmuştum!.. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.