Müftülüğün önü oldukça kalabalıktı. Her imtihana girecek olanın yakınlarından birkaç kişi gelmiş olmalı ki, ortalık ana-baba gününe dönmüştü.
Vakit kaybetmeden orada gördüğü tanıdıklarıyla selamlaştı duâ isteyerek içeri girdi.
Avlu, kalın kalaslardan yapılmış, tek kapılı eski bir küçük oda görünümündeydi. Düz toprak çatısı, çayır gibi otlarla yeşile boyanmış gibiydi. Yüksek bacanın üstündeki eski yuvada iki leylek, alışık olmadıkları kalabalıktan ürkmüş gibi sessiz bekleşiyordu.
Vakit yaklaştıkça gelenler de çoğalıyordu. Dört kadro için yirmiden fazla kişinin içeri girdiğini saydı Lütfü Hoca. Bunlardan şanslı olan dört kişi sevinecek, on altısı ise boynu bükük ayrılacaktı buradan. O zaman da başka bir imtihanın kucağına düşeceklerdi. İçinden üç İhlâs-ı şerif, bir Fâtiha-i şerife okuyarak mübarek hocalarının ruhuna hediye etti. İmtihan salonu mesulünün izahatlarını beklemeye başladı…
Tavan ve tabanları kararmış büyük toplantı odası, sinek izlerinden görünmeyen çam direklere göre sıralanmış masa ve sandalyelerle doluydu. Üzerlerinde kurşun kalem ve imtihan kâğıtlarından maada bir şey yoktu. Büyükçe içi boşaltılmış dükkâna benziyordu burası. Tavan saçaklarıyla pencere pervazlarındaki çamların oyulmasıyla yapılmış korniş süslemeleri, odanın yeni badana olmuş kireç kokan duvarlarına canlılık veriyordu. Daha aydınlık olsun diye Sümerbank bezinden, üzeri büyükçe çiçek desenli resimleri olan perdeleri, ardına kadar açılıp pencere kenarlarına iliştirilmişti. Dar, birkaç basamaklı tahta merdivenlerden yukarı, geniş boşluğa çıkınca, çelik bir masanın yanında, kareli takım elbise giymiş, gelenleri karşılayan Müftü Bey, koyu gözlüklü, hâlâ somurtkandı.
İmtihana girecekler; biri bir uçta, diğeri öbür uçta olacak şekilde ikişerli olarak oturtuluyordu. “Ne kadar da hazırlıklıymışlar?” dedi, kendisi için gösterilen yere geçti Lütfü Hoca.
Küçük bir avludan girilen tek odalı imtihan salonu, Şekerli taşıyla yapılmıştı. Ön tarafında, bir masa, birkaç iskemle daha vardı. Belli ki jüri denilen zevat oturacaktı. Mevsim yaz olduğu hâlde bir köşede soba, kıştan kaldığı gibi kurulu duruyordu. İyi giyimli, ellerinde dosyaları olanların dikildiği masanın yaslandığı duvarda, bir Türkiye haritası, iki de resimli çerçeve asılıydı. Bunlar olmasaydı kimse resmî daire demezdi.
Rakiplerinin heyecanlı hâllerini bulunduğu yerden kolaylıkla seyredebiliyordu.
Saat tam dokuz olunca, heyetin başı olarak gördüğü Müftü, iki adım öne çıktı, imtihanın şartlarını tek tek saydı, muhatapları ikaz etti. “Dört camimize (.....) şu sayılı kanunun (.....) şu maddesi mucibince…” diye başlayan resmî yazıyı okudu.
“İmtihan, sabah yazılı, öğlenden sonra da yüz yüze mülakat şeklinde olacak…” dedi, bitiş saatini söyleyip, muvaffakiyetler diledi, sandalyesine oturdu.
Hakkında kim ne düşünüyordu bilmiyordu, öğrenmek dahi istemiyordu Lütfü Hoca. Rıza-i ilahiye aykırı bir şey yapmama derdindeydi sadece. Olup bitenlere şaşırmış olsa da bugün hayatında mühim bir sayfa daha açılıyordu. Onun için pek heyecanlıydı. Bu da en çok bilinen ve en tabii hususiyetlerimizden birisiydi. DEVAMI YARIN