Sanki sönmüş kürenin üstünde tek başına kalmıştı!..

A -
A +
Eylül ayında köyün üstünden son sıcak dalgaları geçiyordu. Her tarafta yine hummalı çalışma var.
 
 
Seneler sonra bu İsmail Atakul isimli köylüm, ortaokuldan ve öğretmen okulundan arkadaşım oldu. Bu meseleyi sorduğumda: “Ya Ragıp olacak şey mi? Koca taşların arasından çakmak çakmak bakan iki gözden maada bir şey görmezsen sen ne yapardın? Yüz yok ortada, hayvanlar kaçmakta buldu çareyi. Ben de kamçıyı salladım sadece. İnan o zaman elime geçseydin fena dövecektim...” der, bizi güldürürdü. Vefatını duyunca çok üzüldüm. Cenâb-ı Allah, gani gani rahmet eylesin İsmail Atakul ağabeyimize ve bütün vefat edenlerimize. Hepsi de nur içinde yatsın.
             ***
Eylül ayında köyün üstünden son sıcak dalgaları geçiyordu. Her tarafta yine hummalı çalışma var. Bilhassa sebze kurutmak için seferberlik ilan edilmiş gibiydi. Sokaklar, damlar hep bu işlere ayrılmıştı. Bu son sıcaklar insanın kemiklerine nüfuz ediyor, parmaklarının ucuna kadar terletiyor... İnsan, hayvan, her canlı mahlûk bu bir daha göremeyecekleri havaların keyfini çıkarma telâşıyla dışarıdalar. Kimi tahıllarının başında nöbet tutuyor, kimi değirmende un öğütüyor, çok ihtiyar olanlarsa nefes alabilmek için sığınacak gölgeliklerde serinlerken bir taraftan da sigarasını tüttürüyordu. Analarını arayan aç köpek yavruları, dilleri dışarıda, karınları körük gibi inip kalkıyor. Bu yavruları tutmayı, okşamayı ne kadar severdim ama anacığım asla müsaade etmezdi. Bir de her tarafımı yara kaplayınca mümkün değil yanı başından ayrılamazdım. Kuddusi kardeşim ise gittikçe daha ağırlaşıyormuş. Büyüklerimin konuşmalarından öyle anlıyordum.
 
Yaz olur bostan olur,
Basmalar fistan olur,
Dertlerimi yazamam,
Çok uzun destan olur.
 
Artık benimle alakadar olunmuyordu. Sanki sönmüş kürenin üstünde tek başıma kalmıştım...
             ***
Akşam namazları kılınmış, kuru ekmekler doğranan çorba çoktan kaşıklanmıştı. Genelde tek bir yemek yapılıyordu evde. O da umumiyetle çorbaydı. Ama bu akşam mercimek ve bulgur karışımı bir şey yapılmıştı.
Peşgun dediğimiz kocaman bir sofra odanın ortasına konuyor, üzerine de kazan büyüklüğünde bakır veya emaye bir sahan... Tabii ağzına kadar çorba dolu. Osman Amcam, Hüsna Ninem Abdülkadir Abim, ben, küçüğüm Sagıp hep beraber yiyorduk. Yaşar ablam ile anacığım ve kucağındaki Kuddusi de bir…
Şimşir kaşıkları elimize aldığımızda sanki bu yerlerden hayat ebediyen çekilmiş gibi olurdu. Yalnız kaşıkların tıkırtısı duyulurdu. Birkaç dakika sonra çorbanın yerinde yeller eserdi. Karınlarımızı şişirdikten sonra, Yaşar ablamızın iştahla anlatacağı hekâta (hikâye) sıra gelirdi. O da hemen söze başlamazdı tabii nazlanır, sağa çeker, sola çeker nihayet Hüsna Nenemin: “Kız uşakları yalvartma!” ikazından sonra hizaya gelirdi. O hekât denilen hikâyeleri ve masalları dinlemek için yalvarmalarımıza değerdi, bize ne kadar tatlı gelir, ne kadar heyecan verirdi. Hekât anlatılmaya başlayınca çoğumuz uyurduk zaten. Sonunu hatırlayan az çıkardı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.