​"Sen de yamansın, şaşılacak cevaplar veriyorsun hatun!.."

A -
A +

"Şimdi, namazda gözü kulağı olmayan o kadar insan var ki; çocukları bırak, büyüklerden bile kılı kıpırdamayanlar çok!.."

 

Hanımefendisini güldürmek için Lütfü Hoca latifeyle sözüne devam etti:

- Ceviz sandığında ne gibi mücevherat saklıyorsun? Biraz lütfediver de biz de nasiplenelim hatun!

- Ne saklayacağım? Ayva, armut, elma, varsa pestil!

- Sen de yamansın! Şaşılacak cevaplar veriyorsun hatun!

- O suale böyle cevap!

- Öyle ya!

- Ne öyle?

- İşte dedim gitti Hayriye’m, mühimseme…

- !!!

Lütfü Hoca; “Latife yapayım” dedi ama kaynadı gitti, arada…

Eskiden altı yedi yaşına gelen bir çocuğu, namaza, oruca alıştırmak için nine ve dedeler birkaç kuruş karşılığında; kılınan namazları, tutulan oruçları, ufaklıklardan “satın” alırlardı. Anneler gün içinde belli aralıklarda çocuklarına namaz kıldırır, Ramazan-ı şeriflerde de oruç tuttururlardı. Hatta literatürümüze de; “TEKNE ORUCU” şeklinde girmiş olan küçük yaştakileri bu mübarek ibadete alıştırma gayreti, açıkça görülmekteydi her yerde.

Beş vakit namazlarda hususi havlu ve ibrik, leğen getirir abdest aldırırlardı anneler. Çocuk, böyle böyle büyüklerle beraber namaza durur, sahura kalkar, feyiz ve bereketinden istifade eder, ibadetin ehemmiyetine erken yaşta vâkıf olur ve alışırdı da. Şimdi, namazda gözü kulağı olmayan o kadar insan var ki; çocukları bırak, büyüklerden bile kılı kıpırdamayanlar çok. “Evin bereketi, din-i İslâm’a uymakla anlaşılır…” derdi, büyüklerimiz. Şimdi bunlar; ahiret derdi olmayanların umurunda bile değildi.

Çocuk, ibadetlere meyilli olup istese de; “Yaşı küçük, bünyesi zayıf, daha vakti var… Önce mesleğini kazansın, sonra ibadet eder!” diye diye, akıl baliğ olmuşlara bile namaz kıldırma gayreti, oruç tutturma derdi taşıyanlar azalmış…

- Topyekûn bir milletin birinci evveliyatı, rıza-i ilahiydi. Analarımızın, babalarımızın ve hatta bütün konu komşu büyüklerimizin sesi; ne hoş, ne ahenkli gelirdi kulaklarımıza. Uzaktan değil, yakından daha bir güzel gelirdi o Allah rızası için yalvaran sesler. Şu an Hafız Yusuf babacığım çıkagelse; kalbinden yükselen o tok sesiyle söylediği nasihatlere, okuduğu hatimler karışsa, mest olsak, ne güzel olurdu. Allah rahmet eylesin.

- Âmin!

- Vakitleri hatırlatan çalar saatler kuruluyor şimdi. Hoparlörün gürleyen cızırtılı sesi kulaklarımızı tırmalar oldu, o da bağrışmalara karıştı, gitti.

- Eskiden Ezan-ı Muhammedi okunduğunda herkes lal olur, işini gücünü bırakırdı. Nerede o hassasiyet şimdi. İnsanlar birbirleriyle öyle bağırarak konuşuyor ki, birileri bunları ikaz etmeli. Ne iğrenç öyle; ibadete mi, harbe mi davet var, belli değil?

- Bence de Hanım... Çıkar bakalım, daha nelerin var ceviz sandığında?

- Dedim ya meyve var! Bey, İdris Dedeciğim imam iken eve hiç uğramazmış. Herkese açık, konaklar, misafir odaları vardı. Şimdi geliyor gözümün önüne. Sofrasında bulunmak için tanıdık, eş dost, ahbap olmak şart değildi. Hangisine istersen, gözünün kestirdiğine girip karnını doyurabilirdin. Kimse sormazdı sana, “Sen kimsin?” diye.

- Zaten herkes de birbirini tanırdı. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.