Biraz nefesleneyim derken bulduğum toprakların üzerine uzanıverdim. Meğerse orada birisi öldürülmüş, kanları toprakları ıslatmış!
Üzerime üzerime gelen koca taşların yuvarlandığını gördüm, daha yüksekçe bir yere çıktım. O küçük canavarlardan kaçıp saklanmam imkânsız gibiydi. Bari çocukları durdurayım diye muziplikler yapmaya başladım. Yerden bir küçük taş alıp elebaşı olabileceğini tahmin ettiğim kara yağız delikanlı adayına uzattım, baktım tesir etmiyor bu sefer de dilim döndüğünce yalvardım, dedim ki:
“Bana taş atmayın demiyorum çocuklar, atın ama büyük olmasın. Şu gösterdiğim kadarcık taşları atın bari. Büyük taşlarla beni topal etmeyin. Ayağım yaralanırsa, menzilime varamam, oturarak namaz kılmaya mecbur olurum...” Onlardan biri “Hah ha! Ne akıllı adammış be! O iri taşları değil de şu küçük taşları atın…” diyor, kahkahayı patlatıyordu. Küçük bir kâbus görüyordum, ya da tam bir felaketin ortasında kalmıştım. Çaresizliğim kimsenin umurunda değildi.
Ne kadar korunmaya çalışsam da taşlardan biri beni adamakıllı yaraladı. Canım yandı, gönlüm altüst oldu. O taş yüzünden daralmış gönlümden öyle kan aktı ki taşın tamamı bile benim derdimden olsa gerek kan rengine büründü. Onlardan kurtulmak için tabana kuvvet koştum. Nihayet yorulmuş olmalılar ki takip etmekten vazgeçtiler. Ben de istirahat etmek istememin bedelini ağır ödemiş, perişan bir hâlde topallayarak Basra’ya kadar gelmiştim. İyi de şimdi ne yapacaktım?..
Sözü uzatmayayım, çıktığım zaman gibi başka bir gece vakti Basra’ya girdim. İlk işim uyumak için bir han aramak oldu. Ben nere, han bulmak nere? Nereye uğradıysam boş yer yoktu. Her taraf tıklım tıklım doluydu. Boş olanlar da kılık kıyafetimi, kanlı ayaklarımı yüzümü görüp hepten yüz çeviriyorlardı. Baktım olacak gibi değil, bir sütre gerisinde insanlardan uzak bir bucağa sığındım.
Biraz nefesleneyim derken bulduğum toprakların üzerine uzanıverdim. Meğerse orada birisi öldürülmüş, kanları toprakları ıslatmış. Bunu bilemediğimden uykuda elbiselerimin diğer kuru kısımları da iyice kanlara bulanmış. Ertesi günü ahali gelip öldürülen adamı, yanında elbisesi kanlara bulanmış beni görünce “İşte kâtil burada…” deyip yakaladılar. Bu kötü fiili benim yaptığıma iyice inanmışlardı. İnanmışlardı da nasıl ceza vereceklerini bilmiyorlardı, "kırk katır mı, kırk satır mı?" hesabını yapıyorlardı.
Bu yorgun ve hırpalanmış ruh hâlimle niçin acele ettiğime hayıflanıyor, Bağdat gibi temiz bir şehirden, çimen ve temiz toprak kokan kulübemden, Sultan’ım gibi sadık bir dosttan ayrılışımın cezası olarak görüyor fena üzülüyordum. “Şimdi ben ne yapacaktım?” suâline cevap arıyordum ki gür bir sesle olmayan aklım iyice başımdan gitti!
- Hey kâtil köpek!
- Ben mi?
- Ya kim? Nerelisin cani? Buraya niçin ve nereden geldin? Sende bir aşinalık göremiyoruz.
- İlk defa geldim buraya, yabancısıyım. Bağdatlıyım! Kaç gündür yağmur, çamur demedim yürüdüm. Çok çok yorgundum. Hanlarda boş yer bulamayınca buraya sığındım. Öyle uykusuz ve hâlsizdim ki oturur oturmaz uyumuşum.
DEVAMI YARIN