Şimdi ilk dersimizi yapabiliriz; unutulmaz hem de…

A -
A +
 
 
"Maşallah, Molla İbrahim! Peki hocan olmamı istemez misin?"
 
 
 
Baba oğul huzur dolu bir kalple kapıyı tıklatıp usulca içeri girdiler. İsmail Fakirullah hazretleri, bir minder üzerinde oturuyordu. Gelenleri görünce hafif toparlandı, gülümsedi. O, tebessüm ettikçe masum bir bebek gibi, yüzünde nur parıldıyordu… Önünde rahle ve üzerinde de Kur’ân-ı kerim vardı.
- Geldin mi Molla İbrahim! Ben de seni bekliyordum! 
İbrahim Hakkı sevinçle;
- Baba! Bak bana “molla” dedi...
- Sus, evladım! Hemen cevap ver!
- Geldim efendim. Geldim Hocam!
- Maşallah, Molla İbrahim, maşallah! Peki hocan olmamı istemez misin?
- Tabii isterim hocam! Şey!
- Ney İbrahim?
- Ben de babam gibi, Molla Muhammed gibi hep size bağlanmak istiyorum!
- Bak hele! Baban mı öğretti böyle söylemeni?
- Hayır efendim! İçimden geldi!
- Pekâlâ Molla İbrahim! Ama bir şartım var burada kaldığın müddetçe dergâhımızın kuzularını otlatacaksın ve kütüphanesine bakacaksın! Zamanı gelince yani büyüyünce kitapların hepsini de okumuş, anlamış olacaksın! Nasıl, kabul ediyor musun?
- Siz daha iyi bilirsiniz hocam.
- Peki, ne demek istediğimi anlatabilir misin? Bir duyayım!
- Peki hocam. Buyurdunuz ki: Dergâhımızın kuzuları ve kütüphanesi bana emanet. Kuzuları kurda, kuşa kaptırmadan büyüteceğim. Kendim de büyüyene kadar kütüphanedeki bütün kitapları okumuş, anlamış, hayata geçirmiş olacağım efendim.
- Maşallah Molla İbrahim! Şimdi ilk dersimizi yapabiliriz. Unutulmaz hem de… İlk gidiş, ilk tanışma ve ayakta ilk ders… İz bırakır! Hı ne dersin, hazır mısın?
- Peki hocam, hazırım.
- İyiliği sayarak değil, saçarak yap.
- Peki efendim. Yapacağım iyilikleri; korkarak ve az yaptığım hâlde onları çok görerek değil, herkese, mertçe, gönül rahatlığı içinde yapacağım.
- Tamam bunu anlamışsın. Allahü teâlânın sana nasıl muamele etmesini istiyorsan, sen de kullarına öyle muamele et.
- İnşallah efendim. Kendim için istediklerimi başkaları için de isteyeceğim. Sevmediğim, beğenmediğim şeyleri başkalarına da yapmayacağım.
- Unutma ki İbrahim, cömert; verene değil, verdiğine sevinene denir.
- Anladım efendim. Seve seve vermek esas. Mühim olan verdiğinde sevinebilmek.
- Bütün kötülükler, hırlaşmalar; almak üzerinedir. Bütün iyilikler, vermek üzerinedir.
- Kavgaların, dövüşlerin sebebi; “her şey benim olsun” demek yüzünden oluyor. Herkes vermeye çalışsa kavga başlamadan kendiliğinden bitmiş olacak, yani hiç kavga, gürültü, patırtı olmayacak efendim.
- Doğru anlamışsın Molla İbrahim. Mübarek olsun, mübarek...
- Âmin.. Âmin efendim…
Misafirlerini böyle tam hazır olarak görünce sevinerek, önce yanına, sonra sofaya davet etti İsmail Fakirullah Hazretleri. Güneş tepede olduğundan dolayı mı ne; açık pencereden giren bol hüzmeler odayı ışıl ışıl aydınlatıyordu. Baba oğul hiç tereddüt etmeden yer sofrasına diz kırıp oturdular. Hocaları bir iki lokma aldıktan sonra: “Sofra sizin... Ben şöyle bir dışarı çıkacağım. Müsaadenizle” deyip kalktı. Baba oğul, yemeklerini rahat yesinler diye çıktığı aşikârdı. Anlamasalar da onların her hareketinde bir hikmet vardı. İş olsun diye bir iş yapmazlardı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.