"Sizin üzülmenizi istemem,  özür dilerim Sultan'ım..."

A -
A +

"Senin hakikat dediklerin de birer granitten taş gibi kafama kafama vuruyor! Görünmez al kanlar akıtıyorsun içime!"

 

 

 

Behlül:

 

- Aklım olmadığı malum Sultan’ım! Hâşâ! Sadece hakikati dile getiriyorum!

 

- Senin hakikat dediklerin de birer granitten taş gibi kafama kafama vuruyor! Görünmez al kanlar akıtıyorsun içime!

 

- Üzülmenizi istemem! Özür dilerim Sultan'ım.

 

- Bir özür kelimesiyle taşların acısını hafifletmiş mi oluyorsun?

 

- Ne haddime Sultan’ım! Köle köleliğinin farkında lakin ipler benim elimde değil! Ağzımdan çıkanlara bazen mâni olmuyorum! Sözlerim uçup gittikten sora pişman oluyorum ama uçan kuş yakalanmıyormuş.

 

- Söyleyene değil söyletene bak!

 

- Evet Efendim! Söyletene sığınıyorum acizane.

 

- Öyle olmasaydın bu kadar da uykularımızı kaçırır mıydın? Aklımız fikrimiz  Behlül’de…

 

- Estağfirullah!

 

Sadece “Estağfirullah” çektim. “Benim aklım, fikrim de sizde Efendim…” diyemedim. Deseydim iş daha büyür, hepten kopardı saray işlerinden, devlet idaresinden Allah muhafaza. Bu hususta vebâlde kalmaktan pek korkuyordum. Onun için bir âdil hükümdarın bir saatlik adâletle hükmetmesi, âbidlerin ibadetlerinden daha kıymetli olduğuna dikkatini çekmeye çalışıyordum çeşitli bahanelerle.

 

Hem sohbet hem yardım işi birlikte devam etti. Sultan’ım elimden tutar tutmaz düştüğüm yerden doğrulmam bir oldu. Hemen üstümün başımın tozunu toprağını silmeye çalıştı. Lakin fırsat vermedim. “Lütfen Sultan’ım! Böyle yapmanıza çok üzülüyorum! Bu yüzden başımı alıp başka diyarlara gideceğim geliyor!” deyince mübarek öyle kalakaldı. Bu duraklama esnasından, fırsattan istifade bir sütre arkasına geçtim. Temizlenip huzuruna çıktım. Sonra kulübemin yakınında, nehrin akışını rahat seyredeceğimiz bir münasip yerde oturduk.

 

Koca Halife-i Müslim’in, âdetâ benim nazımla oynuyordu. "Sevineyim mi üzüleyim mi?” Doğrusu ne yapacağıma tam karar veremiyordum. Nice insanların ulaşmak istediği Sultan, tenezzül edip kulübemi şereflendiriyor, uzun müddet baş başa kalıp beraber din ve dünya meselelerini mütalaa edebiliyorduk. Her defasında da “Bak Behlül! Ben ne kadar nasipsizmişim ki bir İbrahim Edhem olamadım…” deyip yakınıyor, ben de ona “Siz öyle olmamalısınız Sultan'ım! Bu Ümmet-i Muhammed’in din ve dünyalık işleri âdil hükümdarların elinde olmalı! Bir zalim gelirse başa, Allah muhafaza, onun bütün zulümlerine ortak olmaktan korkmuyor musunuz?” diye sert ifadelerle susturuyordum. Maksadım; hislerini dizginlemesinin lüzum ve ehemmiyetine dikkatini çekmekti.

 

Sultanımızla derin sohbetimizi bir grup çocuğun bağrışarak yaklaşması durdurdu. İpe sapa gelmez yaramazlar atlıyor, zıplıyor, suya, ağaçlara taş atıyor, birbirlerini çekiştiriyorlardı. Sultan’ım, çocuklar görüp rahatsız olmasınlar diye daha bir geriye çekildi, benim arkama saklanır gibi yaptı, yola sırtını döndü. Tam yanımızdan geçerlerken beni görüp laf atmaya başladılar.

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.