Sokaklar kaybolmuş, binalar harabeye dönmüştü!..

A -
A +

Lütfü Hoca, kendi kendine; “Artık ahir ömrüme geldim; ölmeden, şu güzel memleketi, misafirperver, o afetzede insanları, o güzel toprakları bir daha göreyim, aşını ekmeğini yediğim insanların acılarını paylaşayım, helâllik alayım, hiç olmazsa emr-i Hak vâki olunca hasretlik çekmeden şu fâni dünyadan çekip gideyim gönül rahatlığıyla…” diyerek Almanya’dan küçük mahdumu Mehmet Zeki’nin gelmesini bekledi. Gelince de arabasıyla yeniden yollara düştü...

 

Hayranı olduğu memleketi ve insanları görmek üzere sefere çıktığında keyfine diyecek yoktu. Ah şu zelzele de olmasaydı! İnsanlarımızı sıkıntı içinde görmeseydi ne iyi olurdu. Bu da herkesin bir imtihanıydı. Anlayana çok mana ifade ediyordu ama görecek göz, işitecek kulak yoktu bu devrin insanlarında…

 

Eskiden yollar ona dar gelirken şimdi zorlanıyordu. Olsundu, o meşakkate değerdi gideceği yer. Bir kere ahdetmişti, sözünde durmalıydı, zorluklara direndi, yılmadı, pes etmedi. Tozpembe hayaller kurduğu, rüyalarını süsleyen o eskimez memleketine geldi. Geldi de aradığı hiçbir şeyi yerli yerinde bulamadı. Pişmanlığı, üzüntüsü hâd safhadaydı. “Keşke gelmeseydim” diyemiyordu. Yıkılan köy değil hayalleriydi. Köy; ne o eski bakımlı köy, insanlar ne o eski mütebessim, tatlı dilli insanlardı. Tarlalar, çayırlar, bahçeler aynıydı ama sokaklar kaybolmuş, binalar harabeye dönmüştü. Hele onca sene yaşadığı evden eser yoktu. Sanki tufan olmuş, harp yaşanmış, kırgın gelmiş her şeyi silip süpürmüştü.

 

“Dünyam başıma yıkıldı” deyip hayıflanırken yaşlı gözleri, köşe bucak tanıdık simalar arıyordu. Ortalıkta cami ve mektebin dışında, eskiye ait bir şey görünmüyordu. Her taraf hâk ile yeksan olmuş, değişmişti. Tek tük karşılaştıkları ise dert küpüydü. Bu dost canlısı güzel insanlar gitmiş; somurtkan olduğu kadar, kalpleri incinmiş, kararsız, huzursuz, korkak, ürkek insanlar gelmişti. Bir memleket kısa zamanda bu kadar mı değişirdi? İşte o kadar değişmişti. Hepsini yakinen görmüş ve pek üzülmüştü… Onun da elinde olmadan içi karardı.

 

Bu ıssız ve harap olmuş yerleri yaş dolu gözlerle dolaşırken o eski, huzurlu günlerden kalma cemaatinden Fazıl Ağaya rastladı. Koşup elini öpmek istediyse de bırakmadı. Sarılıp bir müddet sessiz ağlaştılar. Selâm verilip alındıktan, hâl hatır sorulduktan sonra:

 

- Gençliğim burada geçti. Köyden ahaliden çok memnun olmuş, istemeyerek ayrılmıştım.

 

- Doğrudur Hocam, öyleydi.

 

- Dahası var! Misafirperver, gülen gözlü, cömert, sıcak kalpli, hayırsever, dost canlısı iyi insanlar, sürmeli gözlü, sülün boyunlu, kalem kulaklı cins atlarınız, bakımlı yemyeşil tarlalarınız, çayırlarınız, bahçe ve bostanlarınız vardı. Zelzele evlerinizi yıktı anladım ama onlara ne oldu?

 

- !!!

 

Gün görmüş aile dostu Fazıl Ağa; kambur belini azıcık doğrulttu, güneş yanığı kırış kırış yüzü gerildi, yorgun gözleri eski bir ışıkla parıldadı, derin derin soludu, içten bir “ah” çekti sanki ciğerleri sökülecek gibi olmuştu. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.