Bağdat sokaklarında dolaşıyorum... “Fareler Reisi” olduğumun hikâyesini ahali duymuş ki her gören dönüp dönüp bir daha bakıyordu...
Evet, benim de evim bir vakitler renklerle doluydu ama devam ettiremedim, görünmez, tarif edilmez bir şekilde başıma yıkıldı her şey, taş toprak molozları arasında kaldım!
Yani hayatım nice esrarlı bilinmezliklerle doluymuş da ben fark edemiyordum. Oysa ömür denen hayat yolculuğu, bendi olmayan su misali durmadan akıp gidiyordu. Hatta içinde boğulacağım selimi, kendimi atıp savuracak fırtınalarımı da kendim oluşturmuş, içlerinde ha bire debelenip duruyordum. Yaşamak istediğim şeyler bunlar olmasa da elimde değil. İlerlemeye çalışıyorum önümde mâniler var, yükselmek istiyorum kanatlarım kırık, ya da hiç yok, etrafım karmakarışık ve buradan ziyan olmadan çıkmam lazım ama nasıl? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey var; o da kalp kırmadan, kul hakkı almadan ahirete göçmeğe muvaffak olabilmek. Bu hissiyat içinde hayat sürmek büyük bir imtihandı. Ya ebedî hayatımı kazanacaktım, ya da katlanılmaz bir acıya dönüşecekti hepten.
Şu veya bu şekilde eski Behlül’ü arıyordum. Hani nerede içimde inleyen feryatlarım? Nerede ümitlerim? Oturup iç sesimi dinliyor, bitmeyen cesaretimi topluyor, azgın nefsimi zapturapt altına almaya, daha doğrusu nefsimi tam yenmeye çalışıyordum. Beklemenin zamanı mı, bu karanlıkta zamanın bir ehemmiyeti var mı emin değilim. Neticeyi görebilmem için olup bitenleri sağlıklı takip etmekten mâadâ elimden bir şey gelmiyor şimdilik. İçimde biraz hasretlik var çocukluğuma, biraz küskünlük var oradakilere, birçok kızgınlık var beni benden alan nefsime.
Öylesine Bağdat sokaklarında dolaşıyorum. “Fareler Reisi” olduğumun hikâyesini bütün ahali duymuş ki her gören dönüp dönüp bir daha bakıyor, kimi hürmet ediyor, kimi de bir bahaneyle benimle konuşmaya çalışıyordu. Çıktığım sokak insan kaynıyordu. Bükülmüş hasır taşıyan ihtiyarlar, sandık sepet yüklenmiş merkepler, bağa bahçeye giden kadınlı erkekli aileler, bir eliyle çocuklarını sürükleyen öteki eliyle de bohçalarını taşıyan telâşlı kadınlarla doluydu. Kılıç kalkan teçhizatlı askerler, atını dörtnala koşturan süvariler, yayalar, köpek koşturan çocuklar ortalığı doldurmuştu. Herkes kendi âleminde hedefine ulaşmaya çalışıyor, düşen, kalkan, çeşitli lisanlarda sohbet edenler… Dünya bu demekti kısacası; koşuşturma, mücadele demekti… Hayat kendi hükmünü devam ettirirken ben de adımlarımı genişleterek ve daha hızlanarak bilemediğim yerlere doğru ilerliyordum.
Baktım tozu dumana katarak gelen iki atlı zınk diye önümde duruverdi. Kenara çekildim, rahat geçsinler diye ama gitmeye niyetleri yoktu. Reis olan yüksek sesle bağırdı:
- Hey Behlül! Dur hele! Nereye gidiyorsun?
- !!!
Önce duymamış gibi davranıp ses vermedim ama atlılar öyle vazgeçecek gibi değillerdi.
- Sana sesleniyorum hey Divâne! Sağır mısın?
- Sağır değilim de… Benden ne istiyorsunuz?
- Bir şey istediğimiz yok! Harun Reşid Sultan’ımız çağırıyor.
- Nereye?
- Nereye olacak? Saraya!
- !!!
DEVAMI YARIN